ARKA BAHÇEM


Küçüktük, ellerimizden kayıp gitmişti zaman,  büyüyünce anlıyor insan, orta yaşa gelince daha bir hüzünlü oluyor sanki. Bir el serpiştiriyor hüzün zerreciklerini başımızdan aşağı. Hareket ettikçe uçuşan zerrecikler gidip konuveriyor bir başkasının üzerine.

     Ağır bir imtihandan geçtiklerini bilerek yaşayanların aksine her şey sabırsız şimdilerde. İnsanlar sabırsız, vasıtalar sabırsız, binalar ve duygular sabırsız, her şey sanki kendi sonuna bir an önce ulaşmak istiyor gibi çatlarcasına koşuyor sonuna doğru. Hayat yolunda hızla geçerken atladığı anıları, acıları ve hayata dair her şeyi de ağır ağır yaşadığı bir ölüm anında hatırlıyor belki de insan.

    Biz kısa yolculuklar yapanlar için çok uzun geliyor bazen hayat, bazen de bir an... Can kuşumuz uçacak gibi pür dikkat dinlediğimiz imam efendinin okuduğu sela, uzaklaştırıyor sevdiklerimizi bizden. Gülüşler acı, bakışlar yorgun ve gönül terazimizde bulunan manevi ağırlığı bir soruyla kaldırıp atıveriyoruz küfeye "nasıl bilirdiniz?"

    İşte bak bir önceki paragrafta bitti hayat. Taptaze umutlarla yeşerttiğimiz cesaretimizi kaç kez daha korkak gibi köşeyi dönmeden koyacağız cebimize, kaç kez hayatı 12 den vuramama korkusuyla geçeceğiz atış poligonunun önünden, kaç kez daha arka bahçemize atacağız ertelenen umutları? Deneseydik şu canına yandığımın dünyasında bir atışı belki böylesine kurumaya yüz tutmuş umutlar ekmezdik arka bahçemize.

   Planlar, şımarıklıklar, ihtiyaçlar; sınırsız olan istekler burada yarıda kalıyor her zaman. Ebediyyen bir hayat başlıyor bu oyunlar sonrası ve bir anda korkuların ardına saklanıveriyor samimi gülüşler, dünyada yapamadığım havf ve reca sıratının üzerinde sendeliyorum bir mağfir ve yüzlerde acı bir tebessüm yüzde doksanının. İnsanların soğuk bakışları yakıyor yüzümün değen kısımlarını, kışın yalancı kış güneşi gibi üşütüyor bedenimi.

    Sana söz; inşaallah bahar gelecek, yağmuru bir bulut gibi alacağım ağzımdan göğüs kafesimin içine, dönecek bir tane doksandokuzluk değirmen kalbimin tam üstünde ve ben her işin başında yapılması muhakkak olan şeyi sonda yapacağım bu kez ''İlâhî ente maksûdî ve rızake matlûbî'' Ertelediğimiz her mevsime inat bir gün o çiçekler açacak arka bahçede, İnşaallah...



BAŞLIKSIZ YAZI


     Hüznümün tohumlarını saçıyorum bulutlara, sicim gibi yağmur yağıyor gerisingeriye. Üzüntünün bedelini ciğerler ödemeli algısını yıkıyorum derince bir tek nefesle. Nefes öyle keskin ki olan yine caanım ciğerlere oluyor. Sağ olsunlar... Sağ demişken hafız, sağ kalanlar mı gidendir yoksa göçenler mi? Biz kimi sevdiysek hep, Dünya'dan bırakmışız Ukba'ya doğru, acılar gibi, dualar gibi.

      Göçenler gider, kavuşur yurduna, asli vatan Ukbâ'dır. Dünya sahnelenen bir film perdesi, rüyalarım ondan bir cüz. Dünya, dün-ya anılar dün, acılar dün, günahlar dün, mutluluklar ve her nefes dün gibi kalıyor mazide. Biz santim santim yinelenirken bu terazide, belki de kendimizi tartıyoruz her nefeste. Tartarak bulmaya çalışıyoruz benliğimizi, terazinin diğer küfesinde acıların ağırlığı, hep onlarla dengeliyoruz hayatımıza yeni katılacak izleri, mutluluklarımızı dahi biraz acı katarak dengeliyoruz. Belki de, benliğimizi aradığımız için acılarla dolduruyoruz ağırlık dengelediğimiz küfeyi. Tasavvufta ilk kurallardan biridir benlik belasından sıyrılmak, mutlu olmanın ilk kuralıdır delirmek.

      Bir emanete sahibiz hepimiz bilsek de bilmesek de... Emanetin sahibi gelene dek unutmuş gibi yapsak da, her fırsatta yalanladığımız en acı gerçek ile hatırlatır bize, ölüm... Kim emanetini verdiği gibi almak istemez ki? Kim beyazının kirlene kirlene sararmasından hoşnut olur? Ömür denen şu pazarda sırtımızdaki küfeye atıyoruz her şeyi, attıkça ağırlaşıyor bu yük. Her gün ama her gün sararıyor diye beyazımız, bir yaprak daha çeviriyoruz sayfamızdan yarınlara. Bilmem ki temizler mi bizi masmavi göklerin beyaz yünlerinin gözyaşları?

     Kaç çocukluk yaşadık bu zamana dek şu kiracı ömürde? Bilmem kaç kez içimizden gülümsedik birbirimize, gözlerimizle, yüreğimizle. Farkında olmadan karşımızdakinin hüznü bulaşıyor üzerimize. Yıllarca kullanılmadan duran materyaller gibi yaşıyoruz üzerimizde zerrecikler ile. Sevinç, rüzgarın ta kendisi, estikçe kaldırıyor üzerimizdeki şu ölü toprağını ve yeniden hayat buluyoruz çektiğimiz o derince bir nefesle. Ahhhh ciğerlerimiz....

 

İÇİMİZİ YAKIYORLAR


     


       Bir işe nasıl başlayacağını karar vermeyenler o işe hiç başlayamayanlardır. İşte ben, geçen yazımdan bu yana bir değişiklik olmayan hayatımda, bu yazıya nasıl başlanacağını aslında nasıl başlanamazı anlatarak başlamak istedim, gecenin dört çeyreğinde...

      İkinci paragrafımı da ikinciye nasıl başlanamazı anlatarak başlamak isterdim belki ama 3, 4, 5... diye giderken kısır döngüye girmekten korkuyorum :) Güldüğüme bakmayın siz mesele mühim dostlar, toplanın hele. İçimizde yangın var.

       İçimizde yangın var, bunu yakan onlar, el bebek gül bebek büyüten ise bizler... Ben güzelce yazmayı bilmem, yeri gelir noktalama işaretlerini doğru kullanamam, her konuda fikir sahibi olamam ama iş yangına gelince iyi yanarım! En az bir davası olan insan gibi, Filistin'de evladını toprağa veren anne gibi, sosyalleşme adına gevşeyen neslimize yananlar gibi yanarım.

      İlmek ilmek örülen, perçin perçin kenetlenen, adeta bu coğrafyanın tüm kaderini değiştirecek olan örf, adet ve ahlak hırkamızı yıllardır üzerimizden çıkartıp bizi çırılçıplak, savunmasız bırakmaya çalışanlara da veyl olsun. Medeniyetler beşiği dediğimiz bu coğrafyada kilisesinden havrasına, sinagogundan cemevine yüzyıllardır dokunmayıp, tabiri caizse kimsenin tavuğuna pişt dahi dememenin huzurunu yaşıyorken, nedense bizim tavuklarımızı şişe takıp bize servis etmeleri bir yana yine bizim afiyetle yedikten sonra kabarık bir hesap ödemeye itenlere de veyl olsun.

      Merhum Mehmet Akif Ersoy'un şiirinde geçen ''Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli''dizelerini bize çok iyi ezberletip anlamını aşılamadıkları günden beri, adamlar bize ezan okunurken müzik dinlemeyi, televizyonu kapatmamayı, yatmayı, ayak ayak üzerine atmayı öyle de güzel öğretmişler ki ezana hürmeti, saygıyı, sanki 40 yıllık evliliklerin tek celsede boşanmaları gibi unutuvermişiz.

     Okumayı sevmeyen kişi kendi neslinin felâketidir, tarihini bilmeyen kişi ise gelecek nesillerin başına beladır. Hepimiz yakın zamanda yaşadık ve gördük ki  "Muhteşem Yüzyıl" adlı bir belayı başımıza musallat ettik. Bakın dostlar musallat ettik diyorum çünkü reyting rekorları kırdıran yine bizlerdik. Konuya fazla girmek istemiyorum çünkü bu meseleler başlı başına bir yazı sebebidir. Sadece şunu demek istiyorum ki o dizide gösterilen kişiler bizim atalarımız değil, diziyi çekenlerin kokuşmuş zihniyetlerinin bir tezahürüdür.

     Trajikomik olan şu ki bozuk olanımız dahi toplumun düzelmesini istiyor. Dizilerin yüzde yüzünü, magazinin yüzde binini hayatımızdan çıkartmadıkça ahlak olarak çöküşümüzün farkına dahi varamayacağız ve yıllar sonra bizde olan hazineyi nasıl yitirdiğimizin farkına varıp kafamızı duvarlara vura vura helak olacağız. Benden daha az seveni ve daha fazla tanıyanı olan birinin, sırf tanınıyor diye ''ünlü'' sıfatı altında yaptığı ahlaksızlığı magazin adına pazarlamaya çalıştıklarında hırsımdan ağlayacak gibi oluyorum. Evet az seveni dedim çünkü beni sevenler bir hatada en büyük düşmanım olmazlar...

     Her zaman diyorum ve yılmadan diyeceğim. Kendi evlatlarımızdan başlayarak gelecek nesilleri bir dert, bir dava uğruna yetiştirmek zorundayız. Zorundayız diyorum çünkü her fırsatta değerlerimiz aşağılanıyor ve ne yazık ki neslimiz bunun farkında bile değil. Kusuruma bakmayın dostlar bazı şeylerin idrakine vardığım günden beri yanıyor içim, söndüremiyorum. Bu dertle yaşamak, bu dertle ölmek bile güzel. Kalın sağlıcakla,dertle,davayla :).


     



BİR ŞİİR - 2

                                         


   

           





                                         Analiz eder başlarım adımlarım öncesinde

                                         Balyoz alıp neşter indir kalbin hasret hücresine

                                         Uçurtmalar uçururum gönlün kurak tepesinde

                                         Bir hayalim var ki sorma hayalimin tam içinde


                                         Küflü kalbim bir aşk taşır gelir Diyar-ı Durak'tan

                                         Ben bir esir kıvılcımım seni aşkla yakamam

                                         Hiç harama bulaşmadan ve hiç yalana dolaşmadan

                                         Tepemize nur örmeye gelirdi Yâr Durak'tan


                                         Hayalim bir nur ummana dalar dalar çıkarda

                                         Seni andığım her anda ellerim hep semada

                                         Hasretin de kement atar kıldan ince boynuma

                                         Dizelerimde bağ kalmaz bağım bahçem sen ol da


                                         Kalbe bir zafiyet gibi hiç düşünmez düşersin

                                         Bu gönülden gülüşüme peki ya sen ne dersin?

                                         Kutuplarda buzadam çölde gibi yanarmış

                                         Kalp yanarda buharı gözden suyla çıkarmış


                                        Geçmişimle kavgalıyım derim ben hep pişmanım

                                        Gayba ümit ediyorum sendedir de dermanım

                                        Vazgeçilmez ısrarımla aşkına tiryakiyim

                                        Vurgun yerim mecazlardan ifademde gizliyim


                                        Ben mücevher âmâsı renk cümbüşü gizlerim

                                        Az bulunur ender olanı Padişah'tan isterim

                                        Ahir zaman pisliğinden nazargâhı arındır

                                        Emin ol ki gaybi yârim gönlüm sensiz tam takır


                                       Birden gelip umarsızca kalp ayağa kaltığında

                                       Yüzünde göz izi vardı o yüzüne baktığımda

                                       Pire için yorganları ateşlere vermeliydin

                                       Beyazın bin tonu varsa en pakıyla gelmeliydin

                                                                                                                       11/01/2014




GÖKYÜZÜNÜ SEYREYLE

     Bu gün sizlerle serisini yapmayı düşündüğüm ''Bir şiir''  yazımın ikinci şiirini paylaşacaktım. Fakat hava çok güzel, bizler de hüzünlüyüz her daim, o sebepten dolayı birlikte gökyüzünü seyir edelim mi?
 
     İnsan bazen veya çoğu zaman bahaneler aramalı sevdikleri için ve bahaneler bulmalı sevdiği şeyler için. Ben gökyüzünü izlemeyi severim, bugün de bir bahanem var ''hava güzel'' :))...
 
     Burası Dünya!! Herkes gökyüzünü kendisinin sanıyor. İnsanoğlu öyle bir varlıktır ki bazen, tapulayıp parselleyebilseydi gökyüzünü, eminim ki kiraya verirdi izlememiz için... Sahip olma duygusu, elde etme dürtüsü, bunlar çok komik geliyor bana. Böyle durumlarda iken Aziz Mahmut Hüdayi hz.' nin bir şiirini mırıldanmadan da edemiyorum ''Ne verdinse o dahi nemiz var.''  Sahi dostlar dahi nemiz var? Haydi gidelim desek yine O'nun(c.c.) çağırmasını bekleyeceğiz. Haydi gidelim demeye dahi O'nun(c.c.) konuşma fiiliyatını yaratmasına muhtacız. Sahip olduğumuzu sandıklarımızı gözden geçirme zamanı gelmişte geçiyordur belki de.

      Kendini gökyüzü gibi görenlere rahmet olsun, niceleri toprak altında. Ölmeden önce ölenler, toprak gibi olanlar ise asıl vatanında. Kuşlar yerde iken gurbettedir, bizler ise gökyüzünde... Yani diyeceğim o ki aziz dostlar, kendimizi çok görmemek lazım. Biz neyiz ve kimiz ki başkasında kusur arıyoruz, çam gövdesiyiz desek bile çıra gibi yanıyoruz. Bir nefesiz her birimiz, verip alamadığımız...

        Gökyüzünü seyreyleyin bu nimet bedava!! Tefekkür edersek artı dönüşü bile var. Düşünsenize dostlar dağa, taşa, ağaca, kupkuru toprağa bakıyorsun da tefekkür edersen senin olmayan bir şeyden sevap kazanıyorsun. Onlar bile emir altında mesela bir yaprak Allah(c.c.) "Kıpırda" emrini vermese kıpırdayacak değil. Azameti ve yüceliği sonsuz olan Allah'a şükürler olsun.

         İşte şu toprak! Üşür mü bir rüzgarla? Şu dağ, şu taş üşürler mi dersin? Elbette üşürler fakat ''üşü'' emrini beklemekten başka çareleri yok. Vücudumuzdaki her zerre biz haberdar olmadan  bir ''üşü'' ve ''yan'' emri altındadır. Rabbim dilediğini üşütür, dilediğini yakar. Ben bilmem....  

İNCİNİYOR HATIRAM

Size de oluyor mu bazen? Yükseklere çıkarttıkça beklentinizi, karşılığını alamadığınız vakit bir incinme yaşıyor musunuz? Onlarca saat çalışıp emek verdiğiniz bir işi, karşı tarafın beğenisine sunduğunuzda bir kerecik bile yüz ekşitmesi sizi de incitmiyor mu? Peki bir fikre, yaşam hakkına veya bir davaya yapılan gayr-i ahlâkî durumlardan inciniyor musunuz?

   Yeryüzü, Baba Adem (a.s.)'dan bu yana bir dava uğruna yanıp tutuşuyor. Nesillerdir hayatımızda olan iyi-kötü çatışması kimi zaman bir olayın etrafında takınılan tavırlar ile tüm dünya insanlığında, çoğu zaman yapılan sinema filmlerinde ve dizilerde, kimi zaman ise içimizde kendi hesaplaşmamız ile çatışmaya düştüğümüz bu kavgalar ilk olarak Kabil'in Habil'i öldürmesiyle başladığını hepimiz biliyoruz. Fakat çoğumuzun nereden geldiğini anlam veremediği bir şey daha var. İçimizdeki bu sızı...

   İçimdeki bu sızı beni ziyadesi ile incitse de ben daha çok Baba Adem(a.s.)'ın incinmesine inciniyorum.  Arakan'da, evladı bir köşede, kendi bir köşede ayrı ayrı işkence gören bir anne ümmeti bekliyor ve nasıl inciniyorsa, Doğu Türkistan 'da kardeşlerimiz zulme uğramaktan ziyade bizim sessiz kalışımıza inciniyorsa, Filistin'de can kardeşlerimiz kendi vatanlarında sığınmacı muamelesi görüyor ve bizim onları izlememize şaşırarak inciniyorlarsa, Selahaddin Eyyubi'ye rahmet okur işte bende öyle incinirim. Azerbeycan'da gardaşlarımız  Hocalı Katliamından bu yana daha da bir inciniyorlarsa, bende Türkiye'de Türk'üm diye dolaşıp bundan bi haber gençliğe bakıp öyle incinirim. Hemen hemen aynı yıllarda Bosna'da canlarımız Srebrenista Soykırımında ''Çocukları küçük kurşunla öldürürler değil mi anne?'' sorusuna muhatap annemiz başını öne eğip gözyaşları ile nasıl inciniyorsa, hala Türk ve Müslüman devletlerini ''BİR'' görmeyip, ''ama onlar şöyle, onlar böyle, onlar bizden çok farklı'' diyen andavalları görür, başım önde incinirim...
    
   Bir kez daha ve bir kez daha, hatta defalarca kez insan olduğumuzu unutmayıp bu ''iyi-kötü'' çatışmasının bizden önce bitmediğini ve bizden sonra da bitmeyecek olduğunu iyi bilmeliyiz dostlar. Özümüzü unuttuğumuz an, dünya üzerinde yaşayan ölüler gibi dolaşırız ve insan ancak merhameti varsa insandır, fikir, kabiliyet, güç çok çok sonraları gerekir. Bu savaşın üç tarafı var. İyi, kötü ve olanları izleyenler yani gerçek kötüler. Gelin, biz insan olalım ve insan kalalım. İncinmesin hatıralar...