Cahil





Cahildim dünyanın rengine kandım
Asla yapmam dediğim şeyleri alışkanlık yaptım
Sanki küçük dağları ben yarattım
Farkedemedim, ipin ucunu çoktan kaçırdım

Cahildim dünyanın rengine kandım
Yıldızlardan parlak rehberlerim varken karanlık hayallere aldandım
Gerçek dostumu atamın mezarında, duvardaki heybede bıraktım da
Yalancı dostlara yaranmaya çalıştım.

Cahildim dünyanın rengine kandım
Sakladım kimliğimi hatta bazen de utandım
Orada bir yerim olur ümidi ile karşı mahalleye geçip
Geldiğim yere bakmadım
Onların arasında kendime hep bir yer aradım

Cahildim dünyanın rengine kandım
Değerlerime saldırdılar da duymadım
Olur da incinirler diye ağzımı açmadım
Ne kadar ileri gitseler de elimi kıpırtmadım
Yine de onların arasında yer bulamadım

Cahildim dünyanın rengine kandım
Gündüz dolandım da gece olmayacak sandım
Gençliğin kıymetini ihtiyarlık gelmeden önce bilin diye uyarıldım
Ama hiç umursamadım
Fani ömrüm tükenmeyecek sandım
Hayale aldandım boşuna yandım

CİĞERİN YANMADI MI?

     

 
      Çağlar ötesi çağlar, asırları aşan zenginlik, ezelden ebede uzanan dallar. Varlığı Güneş'ten daha ortada olan Rabbini arayan buhranlı gönüller. O öyle değildir ''bence'' dediğimiz her anda, yanılışımızın farkına varmamız. Önce mahcubiyet, sonrasında o mahcubiyete dahi muhtaç bir ruh bırakmamız. Kademe kademe böyle bozuyor işte insan taşıdığı cesedi, öyle ya ölen hayvan imiş aşık olmak lazım... 

      Taarruzu bir savunma kadar iyi yapan nefs, hep ama alçakça buradan vuruyor bizleri; sağduyu... 90'lı yıllarda okuyan imam hatipli gibi hissederken kendimi, evden okula okuldan eve hep ağlamaklıyım şimdi çünkü bana zulmediliyor. Dar ve karanlık sokaklara hapsedildi örtüm, imanımı gizlemek zorunda kaldım hep. Cuma namazlarına gidişim bir suç gibi resmedildi, kayda alındı. Allah bir deyişim suç sayıldı. Bunlara olan sabrıma ise sağduyu adı verildi. Çünkü müslüman sağduyulu olmazsa gerici, sabırlı olmazsa yobaz oluyordu.

     21. Yüzyıl; tüm yaşanan bu asıl yobazlığa ek başörtüsü politiktir diyen davarların, ağzı iki laf yapınca din bilmez sünnet bilmez ne olursa konuşan andavalların, kur’anda namaz yok diyen salakların dönemi. Allah-u Ekber'den tanrı uludur'a geçen bu topluma şimdi ''aşırı islamcı'' damgası vuruluyor. Eyyyy ahaliii!!! Gencecik evlatlarımız ideolojik saplantılara kurban ediliyor. İslam unutturuluyor. Allah demek serbest ama biz konuşmaya korkar olduk. Müslüman şahsiyet, bir kavme değil tüm insanlığa indirilmiş olan dinini sadece kendi yaşıyor, o da hoştur ama ye-ter-siz..

     Daha ne anlatayım ki; acıları çeken bacılardan keyfini süren bacılara. Vücut hatları belli olmasın diye 2 kat giyinen bacılardan, içini gösterecek derecede ince giyinen bacılara. Namahrem görmeyelim diye başını eğen adamlardan, köşe başlarına oturup gelen geçene bakan adamlara. Davasını; kendi çıkarını düşünmeden yalnızca Allah rızası için yapan adamlardan, kendi çıkarı olmazsa şayet davamda yok diyecek kadar alçalan adamlara hızla geçişi son 30 yılda yaşadı bu ümmet. 

     Ne çok çektiler be analarımız, bacılarımız, babalarımız… Ne çok çektiler sahabe efendilerimiz, Peygamberimiz… Onlar islamı yaşantılarının üzerine bir kılıf gibi geçirmişken; bizler ise islamı yaşıyoruz sandığımız hayatın bir köşesinde bir yerlere sığdırmaya çalışıyoruz… Ne güzel kurban ettik değil mi islamı sloganlara. Ne güzel kurban ettik tesettürü modaya, hem de ayinler eşliğinde…. Peki hayâyı, ne güzel  gömdük değil mi toprağımıza, Ne güzel sattık ama kendimizi nefsimize, hem de beş para etmez fiyata…

     İçimi yakıyorlar çocuk, yüzde 99 u müslüman denilen bu ülkede insanlığın ilk atası, yeryüzünün ilk peygamberi Hz. Adem(a.s.)'a hakaret ettiklerinde, Ezan-ı Muhammediyi her gün huzura çağırılan bir davet değil de 3 dakikalık rahatsız veren bir ses gibi gördüklerinde, ben bir 5 dakikaya geliyorum değil, namaza gidiyorum kardeşim haydi sen de gel diyemediklerinde, islam karşıtı olan her kasıtlı harekette müslümanca bir duruş sergileyip ben buna karşıyım diyemediklerinde! 

     Bu zihniyeti biz hortlattık, yıllarca konserlerinde bağırdık, albümlerini ilk biz aldık, dizilerini reyting rekorlarına soktuk, öldüler cenazelerinde ağladık, yılbaşlarını onlardan iyi kutladık, bir kereden bir şey olmaz diye ne ömürler törpüledik, medya neyi bir hafta gündemde tuttuysa bizim de gündemimizde o, o kadar kaldı, beş dakika daha telefonda vakit geçirebilmek için çocuklarımızı sübliminal çizgi filmlerin kucağına attık, küçük küçük kazdılar islamın altını yine ve hep son raddeyi bekledik. Mukaddesata saldırıyı kendimize saldırı olarak görmedik hiç hep birileri çıksın iki slogan atsın da içimizi rahatlatsın diye bekledik. Eyyyyy müslüman, oooyy müslüman, aaah müslüman... Uyan!! Ciğerin halâ yanmadı mı?





Düş Mezarlığı



  
 


     Gözyaşlarının suladığı, oluk oluk kanlara doyan topraklar bunun gibisini hiçbir zaman yaşamak istemezlerdi. Zalim kralların kana kana şarap içtiği zamanla çürümüş zavallı kafatasları masumiyetlerini sorgular oldular. Destelerce odaları dolduran, parıltılarıyla gözleri ama eden, kibir abidesi Karun’un hazinelerini utandıran gözyaşlarıyla sulandı bugün topraklar. Bir feryat çınladı. Ameller ve emeller sorgulanmadığı için yargılandı. Netice hezeyan oldu. Susuldu ve tekrardan kabullenildi.

 

      Asırlardır farklı farklı coğrafyalarda, farklı kişiler tarafından, farklı amaçlar uğruna fahiş bir sömürü ve zulüm devam ettirilmekte. Silahların sarılamayacak farklılıkta olmasına nazaran, kalkanların sadece dualar ve temenniler olduğu bu dünya barış tarih kitaplarında bile var olmayan bir nükte, zulüm en acımasızların yüzünde bir maske, direniş inanmışların dilinde bir beste olarak kalmaya mahkûm oldu. Savaşa karşı duramayan barışın pes etmesi, hırslarını ve nefislerini dizginleyemeyenlerin korkup başka yöntemlere başvurma kompleksleri insanoğlunun dünyasını, hayatını alaşağı etti. Fani dünyada bu işten karlı çıkanlar her zaman zalimler oldu. Elini vicdanına koyamayanların, koymayanların elleri kılıç kınlarına, silah kabzalarına sarıldı. Acı dolu çığlıklarla tatmin olmayan nefisler, kendilerine olan hakareti mubah kılma teşebbüsünde bulundular. Yaptıkları zulmü tüm dünyaya duyurmak için ellerinden geleni yaptılar. Fakat bizler değil kınamak, acı dolu çığlıkları duyma şerefini bile kendimize layık görmedik. Kendini eğlendirmek için kurduğu hayallere muhtaç bir hale gelmiş olan insanlar, artık hayal kuramayacakları günün gelip çatması için gün sayıyorlar. Ölmekten korkan, ölümü görmeyen, ölümü duymayan, ölümü duymak istemeyen insanlar Karun’un hazineleriyle yaşayan, kafataslarını barındıran toprağın bu benzersiz acılı gününde, feryatlarına yine kulak asmamaya karar verdiler.


Ameller ve emeller sorgulanmadı. Susuldu. Kabullenildi. 

Bugün acımasızca katledilen bir çocuk toprağa verildi.


Talha TEMİZ

Bursa

ERTELEME!

   


     Kalûbela tozları var üzerimde ve bir sözün verdiği ağırlıktan dolayı yaşıyorum med ceziri. Çıkamıyorum bir an olsun kalıplardan, doktor, polis, öğretmen, zengin, iyi, para, kötü, güzel, çirkin... Her şeyin peşine gelen her basmakalıp söz bir çivi gibi mıhlıyor beni duvara; iyi güzeldir, zengin mutludur, öğretmen sadece okulda olur, para saadet verir, şişman çirkindir... Uzayıp giden bu örneklerle, karşımda konuşanların sesleri tecavüz ediyor kulaklarıma... Kimse bana insan kalabilmenin önceliğini anlatmadı tam 20 Küsur yıl kadar. Kirlendik; büyüdükçe dünya sindi üzerimize ve biz sindikçe kirlendik bu kirli düzende. Maskelerin ardına sakladık yüzümüzü. Dedim ya az önce dedim ya işte çıkamıyorum bir an olsun kalıplardan aklımdaki cevabı olan ve cevabını vermekten korktuğum sorulardan.

-İnsan hiç şeytanla ahitleşir mi? 

-Elbette hayır.

-Nereye o zaman bu gidiş?

-...

   Olası günah sapaklarında başlıyor kalp harbimiz. Bir an gibi görünüyor karar verme aşaması fakat bazen bir an bir yıl gibi geliyor insana. Nefs ve şeytan her zaman saptırmıyor insanı çoğu zaman ertelemeye çalışıyor iyilikleri. Ertelemenin bir hastalığa varan derecede ilerleyeceğini düşündükçe kalkıyorum ayağa, iman denen cevherin, kanserli bir genç gibi günden güne eridiğini gördükçe kaçıyor uykularım. Tik tak, tik tak... Geçiyor işte zaman denen mefhum geride bıraktığı her merhumun ve yaşayan her canlının üzerinden. Bir ölçü dahilinde ilerlesede zaman, ışık hızını dahi içine alabiliyor nedense, dilediği kadar hatta ve hatta delice bir süratle hızlı koşabilseydi insan yine bir saniyeyi ikiye, ikiyi de bir saniyeye indiremeyecekti geçen an'da...

   Hayatın beyhude kucağında geçiyor zamanımız. Malayâni denen illet ne kadar hoşumuza giderse o kadar istismar ediyor benliğimizi. Hele şu ekranların başında geçen vakitler... Bir an sıyrılıp tüm dünyadan nefes alınacak yerlere kaçasım geliyor, oralarda insan denen canlıdan bahsetmek istiyorum önce kendime, sonra insan olmadığımı anlıyorum biraz biraz. Böylesine azametli ve ulvi bir amacı yüklenişimiz tam olarak kalûbela da başlıyor sanırım, daha Dünya'ya gelmeden bu Dünya'nın halifesi ilan edilen insan nasıl olur da böylesine basit günahlarla sonsuz hayatını mahveder diye düşünürken dalıyorum uykuya. ''İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar.'' Hadis-i şerifi geliyor aklıma ve uyanıyorum sıçrayarak. Ölmeden önce ölmek sözü üzerine bir hayli düşünüyorum bu sıra. Mevzimden kurşun gibi atılarak varmak istiyorum Menzil'e. Ahhh nefsim...

Nakşi Şeyhinin dergâhında yükselmez ses, Peygamber (s.a.v.) huzurundaki gibi çünkü ilk misal diğerinden bir cüzdür; şu kainatta O'ndan bir cüzdür o halde asla sesini yükseltme. Sen ölmeden önce ölmeye bak haydi. Meyyiti gömmeye yeter biraz sıcak su birkaç kürek sesi, uzun bir sela okunur kısacık ömürde ve ölünün suretinden anlaşılır geçmişi, insanların yüzde yetmişi pişmanlığı oraya bırakır ama oraya bırakılan hiç bir pişmanlığın telafisi yoktur. İşi bilenler Yaa Rabbi ben pişmanım deyiverirler bir ipe tutunarak, sonrası temizlik sonrası yeni hayat... Hiçbir şey için geç değil tam şu an, erteleme hayatı... Erteleme... 

MEKAN DERKEN?


 Aslında tuğla olmakmış mesele. Büyüklüğüne akıl sır ermeyen bir yapıya sadece bir tuğla olmak. Bir havalimanında uçağın kanadı, bir parkta salıncağın zinciri, bir şehirde hastane, bir köyde postane. Ama ne bir şehir ne bir köy ne havalimanı nede bir park olamayız. Yine de inkar edilemez bir gerçektir ki; bu mekanların anlamı bu maddelerin anlamı biz olabiliriz .Bu böyledir ki maddeyi madde, mekanı mekan yapan içindeki anlam’dır. 

Mesela bir atm düşünün hangi banka olduğu bir kenara, cebimize yararı olmasaydı peş peşe kuyruk olur muyduk ardında? Ya da bir hastane olmasaydı, ne olurdu bi düşünün. Peki ya hastane olup içinde doktor olmasaydı, o zaman ne anlamı olurdu hastanenin? Gezegende bir dünya olup, içinde barış olmadığı gibi. 

Geceleri ay ışığının, sokak lambalarının aydınlatmaya yetmediği yerler vardır. Nice insanın oturup kalktığı, nice maddenin, mekânın anlam bulduğu, bedende mi? ruhta mı? olduğu tartışılan o kalbimiz. İşte o kalp aydınlatmaya yetmiyorsa geceyi, sahte bir paranın değeri gibidir insanın kalbi. Eğer aydınlatıyorsa da, barajlara sığmayan bir damla su gibidir.

 Ulaşamadığımız bir sabah düşünün. Amaçladığımız bir sabah. Bazen tatlı bir rüya, bazen bir kabus olan. Deniz kenarında koşarken, bi restoranda yemek yerken, otobüste yaşlılara yer verirken, birine yön tarif ederken bile hayalini kurduğumuz bir ütopyanın ilk sabahını düşünün. Bir şehir ki insanın, insan olduğu için sevildiği, sokak lambalarının hırsızlara değil de yolunu şaşıranlara yandığı , yangınların sadece yanlışlıkla çıktığı ve dermanın doğru yerde arandığı bir şehir. Kaygısızca esen bir rüzgarın hayatımızı mahvetmediği bir şehir. “Nerede yaşıyorsun?”sorusuna “anlam verebildiğim bir yerde” diyebileceğimiz bir şehir. 

İşte aslında her sabah farketmeden bu şehrin sabahına uyanıyoruz . Bizler için anlam verebildiğimiz her madde, her mekan bu şehrin bir parçasıdır. Yani İsmet Özel’in dediği gibi “yalnızlık insanın içindedir”.Ama şu da vardır ki ;insanın kalbi de içindedir.Kalbimizle yaşantımıza anlam verebildiğimiz her gün o sabaha uyanmaya devam ederiz.Korkularımız hava kirliliğinden değil, hayal kirliliğinden meydana gelir. Uçsuz bucaksız bir yol olsa da, ulaştığı yeri bildikten sonra, sevdiklerimize kavuşacağımızı bildikten sonra, o sabaha uyanacağımızı bildikten sonra, o yolun uzunluğu da ,zorluğu da bize güzel gelir. 

Karanlık bir odada ömür geçer mi? Geçer. Hâlâ da geçmekte. Ruhu dinlendiririz. Bazen bir şarkıyla, bazen de anılarla. Ve zamanı gelince bu odadan çıkma fırsatı geçer elimize. Ne kadar karanlık olsa da anlamı var bu odanın artık . Çıkmak istemez bir diğer yanımız. Çabalar, çabalar ama özgürlük güzel şey eğer özgürlüğün ne olduğunu biliyorsak tabi.Çünkü o odada iken dışarıda olan herşeyi özgürlükten sayarız. Yani anlamı olan bir yerden kaçarız. Aslında ANLAMLI yaşamak istemeyen kişiler de olabilir. Çünkü bazıları baktığıyla yaşar, bazıları ise gördüğüyle. Bazıları ise yaşadığını zanneder sadece: ‘

‘Bedenim kıvranıyor gözlerimin önünde ama acıdan değil bu haykırışım, 

Yanlış bir saatin içinde koşuyor yelkovan arkadaşım, akrep sırdaşım’’

Film şeridi gibi geçen iki hecelik yaşamın kelimelere sığmayan bir anlamı olsun isterdim. Çünkü duygulara hakim olan madde ve mekânın anca böyle anlamı olabilir. Her insanın çabaladığı ve uğruna yaşadığı bir şey vardır.Ama değeri genellikle tartışılır şeylerdir bunlar.

Eğer yaşam gerçekten yaşadığımız kadar olsaydı ağaçlar ve topraklar demirden, merhem diye sürdüklerimiz ise benzinden olurdu. Bazen "geçmiş geçmişte kaldı"derken bile yaralarımızı kanattığımızın farkında olmayız. Çünkü bizde bıraktığı etki bir ders değilde genellikle bir kâbus niteliğindedir. Ve yıllardır alışkanlık hâline getirdiğimiz görememe hastalığımız yeniden ispatlanır sanki. Geride kalan sadece ve sadece hayal kırıklığıdır. Keza görmeyi istemediğimiz sürece ne yazık ki böyle devam edecektir . Ne zaman ruhumuzu azad ettik kölelikten, işte o zaman herşey daha güzel olacaktır. Kanatsız kuşların hakimiyeti başlayacaktır. 

Ve işte anlıyorum artık seni, beni, bizi. Çünkü ben zamanın içinden "ânı" seçebiliyorum. 

Benim de özel gücüm bu. Yaşamayı öğreniyorum ama yavaş yavaş. Bir bir anlatıyorum anladıklarımı. Ve nedense tepkin hep aynı ‘‘öğreniyorsun yavaş yavaş’’. Meğer hayatta öğrenilecek ,anlaşılacak ne çok şey varmış diyorum ben de. 

Dayanamıyorum. Çünkü ne kadar anlıyorum desem de, anlamadığımı anlamak bir tokat gibi çarpıyor yüzüme. Sandığımdan da zormuş yaşamak.Belirsizlik denizinde, hiç yorulmadan yüzmek acıtıyor insanı. Ve sayılar geliyor aklıma 5,7,1 vaktin nakit olduğunu öğrendiğimden beri, onları düşünmeye vakit bulamıyorum. Ve sonra yaşadığımız yer geliyor aklıma “dünya” savaşların ve anlaşmazlıkların mekanı. Bu böyledir diyorum, buna da kafamı yoramıyorum daha fazla. 



Ve karar veriyorum dünyada yaşayıp dünyayı yaşamayacağıma...

Yarasa suyuna çorba


 Gelişen ve farklılaşan ve hatta daha fazla zorlaşan dünyamızda artık her geçen gün farklı olaylarla karşılaşabiliyor, algılarımız ve düşüncelerimiz günden güne değişiklik gösterebiliyor. Maalesef içinde bulunduğumuz pandemi süreci de hem sosyal hem ekonomik hem de kişisel hayatımızı derinden etkilemiş ve bundan sonrada etkilerini-izlerini sürdürmeye devam edecektir. Rabbim hepimizi ve müslüman alemini her türlü afetlerden ve salgınlardan muhafaza buyursun(amin).


      Pandemi süreci yazılı ve görsel medyada da geniş yer tuttu. Tv lerdeki programların gündem maddeleri aşı, maske mesafe vb konulara evrildi ve bununla birlikte bazıları işinin uzmanı ancak çoğu "her işin uzmanı"! olmuş olan insanlar hayatımızda daha fazla yer kaplamaya başladı. Buralardan çıkan ve uyuşuk dimağlarda ilim süzgecinden geçirilmeyen "sözde bilgi" düşüncelerin ve algıların hammaddesi oldu ve işlenmeden kelimelere döküldü. "Bence"ler ve "Sence"ler tartışma programlarında ve sosyal medyada birbirleriyle kıyasıya yarıştı.

İlk önce yarasalar hızlı bir giris yaptı, pazarda görüldü sonra çorba tabağına girdi. Pişman olduydu amma artık insan eline düşüvermişti. Devamında;
• hasta olan insanların sokakta düşüp öldüğü, hastanelerin yetersiz kaldığı, toplu mezarların açıldığı, zorla insanların evlerine hapsedildiği haberleri herkes tarafından görüldüğü emin olasıya dek yayınların ana gündem maddesi oldu. Sonrasında birbirini desteklemeyen çelişkili açıklamalar, ilaçlar- yöntemler konusunda belirsizlik ve değişiklikler ile gündem sürekli değiştirilirken aşı ile pandeminin biteceğini inanan ve aşının bir an önce çıkmasını bekler hale gelen kitleler aslında ilk aşılarını çoktan olmuştu bile. Evet bu aşının türkçe ismi de KorkuVac idi.

        İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü'minlerseniz, Benden korkun.(Al-i İmran Suresi, 175)

Bundan sonra işler daha basit hale gelmişti. Daha önceden yaptıklarımızı yapmamakta veya yapmadıklarımızı yapmakta pek fazla güçlük çekmiyorduk. Her akşam yayınlanan istatistiklerle de pandemi- tv,sosyal medya bağlantımızın durumu kontrol edilmeye devam ediyor, verilen tabloda ölüm - vaka oranları, hesaplamalar, yüzdelik dilimlerle ne zaman hasta olacağımızı hatta ölme ihtimalimizi istatistiksel olarak hesaplamaya başladık. Bu yazının yazıldığı tarihlerde muhacir nüfüsunu da hesaba katarak yaklaşık 90 milyonda yaklaşık 2 senede her 15 kisiden 1 kisi hasta olduğu ve her 120 hastadan bir kişi vefat ettiği görülmüş verilen bilgiler doğrultusunda.(diğer bir deyişle yaklaşık 2 bin kişiden 15 i hasta olmuş 1 kişi vefat etmiş)

      Ben burada bahsi biraz değistirmek ve asıl anlatmak istediğim şeyi öncesinde bir örnek vererek anlatmak istiyorum;

Bir zaman Allah rahmet etsin mühim bir zat kayığa binmekten korkuyordu. Onunla beraber bir akşam vakti İstanbul’dan Köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyüb’e gitmeye mecburuz. Israr ettim.

Dedi: “Korkuyorum; belki batacağız.”
Ona dedim: “Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?”
Dedi: “Belki bin var.”
Dedim: “Senede kaç kayık gark olur?”
Dedi: “Bir iki tane. Bazı sene de hiç batmaz.”
Dedim: “Sene kaç gündür?”
Dedi: “Üç yüz altmış gündür.”

Dedim: “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden birtek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan, insan değil, hayvan da olamaz.”

Hem ona dedim: “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?”
Dedi: “Ben ihtiyarım. Belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır.”

Dedim: “Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var. Öyle ise, üç bin altı yüz günde hergün vefatın muhtemel. İşte, kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil, belki üç binden bir ihtimalle bugün ölümün muhtemeldir. Titre ve ağla!

Pandemi sürecinde de bizim korku hissimizden faydalanan zalimleri görmek ve tanımak üzerimize vazifedir. Tabi ki kurallara uymak vatandaşlık borcumuz tedbirimizi almak ilahi bir nasihatımızdır.

Ey iman edenler, tedbirinizi alın..( Nisa süresi, 71)

Ancak gereğinden fazla korku düşünme yetimizi elimizden alır. Akıl dini islamın bize emrettiği gibi okuyacaz hak konuşup hakkı savunacağız. Binler ihtimalde bir ölümden korkup yaşantımızda büyük değişiklikler yapabiliyorsak her an ölme ihtimalimizi unutmayacaz.
Rabbim hepimize mağfiret etsin.