BENİ YAZ ÖYLESİNE


   Geceler gündüzlere teslim eder mesaisini yüreğimde çünkü islamda gece öncedir, kadın kıymetli. Uzaklardan yaklaşır yaklaşmakta olan ölüm ansızın ve sizi yapayalnız bırakır sevdikleriniz birden, tüm ışıklar söner gönül aynasında bir bir...

   Yıldızlarda olmasa gecenin kör karanlığında kalacağız bu çağda, kör karanlık diyorum çünkü kör karanlık bu çağ da, vakitte epey olmuştu aslında tam ümmetin haline ağlamalık zaman, tam ağlayamayışımıza ağlamalık belki de... Kalbime teşekkür ediyorum, kısa bir zaman sohbet imkânı için. Biraz gençlikten konuşuruz, biraz ümmetten ve biraz biraz dava... İçime sızıyor hüzün denen zehir, konuştukça artıyor işte artıyor... Konuştukça everestin eteğinde süzülen kartal heyecanı, konuştukça içimi sıkan bir timsah gözyaşı, konuştukça davaya olan yalancı samimiyetim biraz...

    Hiç böyle düşünmemiştim; zamanın aleyhimde tükendiği anlarda bile. Tenim kırışıyor, belim bükülüyor ve saçlarımın son kışı geliyor 50 yıllık baharının ardından. Genelde kışlar baharlardan daha kısa oluyor ömürde, yaklaşmakta olanı daha bir hissediyor insan yolun ortasına geldiğinde fakat ılık bir bahar esintisiyle mi yoksa şiddetli bir fırtana ile mı gideceğimizi kestiremiyorum. Kestiremiyorum dediğime bakmayın siz "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle diriltilirsiniz" hadis-i şerifi gün gibi ortadadır da şu hayvan dediğim nefse kabul ettirmesi çetrefilli... İnkâr etmek kabul etmekten daha kolay geliyor hayvana, ben inanmam diyor; sanırsın ki inkâr  edenin mesuliyeti kalkıyor...

   Mesuliyetimiz kalkmıyor elbet güneş gibi ortada ama batmıyor. Böylesine güzel Rabb'be böylesine kötü kulluk yapışıma yanıyorum işte gecenin dört çeyreğinde, yanıyorum dediğime de bakmayın yalancının tekiyim ben, bir sağa bir sola dönüyorum, birkaç tur sonrası uyku narkozu... Allah gaflet uykularına yatırmasın, amin... 



KELİMEDEN İBARET!


 

Onlarca derdimiz, sıkıntımız var. Hayat gayelerimizin çoğu bu sıkıntıları çözmek için kurulmuş. Hedeflerimiz hep bunlardan kurtulmaya yönelik. Çalışıyor, çabalıyoruz kurtulmak için. Kimisi şahsî bu problemlerin, kimisi eş, dost, akraba... Peki pas geçtiğimiz büyük bir nokta yok mu? Dünyanın dört bir yanında zulüm gören müslümanlar... Dertlerimizi gidip anlatsak acı bir tebessüm atacak o hakiki dert sahipleri... Onların derdiyle dertlenmemiz, acılarıyla ağlamamız gerekmiyor mu? 


Sorsak hepimizin ortak derdi bu; İslam alemi. Hepimiz üzülüyoruz onlara, televizyonda, orda-burda gördükçe içimiz burkuluyor. Kısaca dert ediniyoruz değil mi? Değil! Değil işte. Kendimizi kandırmayalım. Biraz nefsimizi gözden geçirelim. Yahu dostum, dert şahsî derdimiz olunca biz bu derdin dermanını hayat gayesi edinmiyor muyuz? Hiç yoktan çabalamıyor muyuz? Dert dediğin de bu değil mi zaten. Ama iş haksız yere zulüm gören müslümanlara gelince ne bir iş, ne bir çaba. Tek bildiğimiz hayıflanmak, konuşmak... Aaa şu twit atan süper kahramanlarımızı unutmayalım. Bir de o var. Ülkece buyuz işte, amirinden memuruna buyuz; kelimeden ibaret.


Yahu ben öğrenciyim, memurum, market çalışanıyım vs. ne yapabilirim ki Kudüs'te zulüm gören o müslümanlar için? Suriye'de ağlayan o anneler için elimden ne gelir? Öyle lafı uzatmayacağım, Hz. Ali'den (r.a.) gelen rivayete göre Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) şöyle buyurdu: "Dua, müminin silahı, dinin direği, göklerin ve yerin nurudur." (Hakim, Müstedrek, I/492)

HÜZÜN İÇİMİZDE


   Zaman mefhumu birden değerini yitiriyor gözümde, güzel bile vaktinde güzel diyor bir iç ses ve kabaran bir boğmaca gibi dağlıyor kulaklarımı; Ben ise en sessiz halimle haykırıyorum vadesi dolan geceye "sabah böyle olmamalıydı!!" Nefs denen itin iti gibi tasmalı bir zincirle, çekerken beni malayâniden malayâniye çok besledik bu iti diye düşünüp duruyorum yıllardır... 

   "Bu ben değilim" diye başlıyorum söze, günahın her kucağından kalkışımda. Sen böyle olmamalıydın diyen bir yakarış tecavüzü çırpınıyor göğüs kafesimde. Sözü çabuk unuttuk kâlu belâdan bu yana, 31 yıl geçmiş dün gibi adeta. Kor alevi dudaklarımda söyleyemeden eriyen bir buz olsaydı yalan, şu kemiği olmayanı bir tutabilseydim yuvasında belki de bu kadar ölü eti yemezdik kardeşlerimizin. Aaah ben... aaah benlik...

   Şu benlik sevdasından vazgeçemedim yıllardır, bir niyet etmişim ki saklıyorum asırlardır, gerdanımın hizasından kollarım koparcasına geriyorum yayımı, benliğimi bir çırpıda fırlatasım geliyor arşa çünkü babamın suretini göremiyorum günlerdir, haramzâde gözlerime mil çeker gibi çekiyorum sürmeyi çünkü babamın suretini göremiyorum günleridir; Bu senin tercihindi diyor hayvan, çok besledik bunu çok...

   Yıllardır her saniye iki seçenek arasında kalıyorum, şu kalbi bağlayamadık daha... O da haklı tabi şamar oğlana döndü bir karanlık bir aydınlık, gel diyorsun gelmiyor artık, üzerinde değirmen bir dönüyor bir duruyor, tahriş oldu yıllardır...

   Bakışlarımın çaresizliğinden yakınıyor dünya, kuşanmışım günah paçavralarını üzerime ve dalmışım güller ormanına edepsizce, birkaç fidanı kurutmuş baltamızın parlaklığı. Suretimi göstermekten aynalarda bıkmış. Ben dahi doya doya bakamıyorum şimdilerde; O olsaydım şayet, O olabilseydim eğer o zaman aynalar sırdaşım olurdu şu kokuşmuş çağda bile...

   İnsan nisyandır arasındaki ilişkiden nisyanın 40'ta 40 ını almışım ben, hiç zekat bırakmamışım dünyaya. Düşümde O'nun dizlerinin dibinde bir ömür kurarken, yaşantımda delicesine kaçmışım O'ndan. Korku ile ümit arasında kalmışım senelerdir. Bir tövbeye bağlamışım umudumu...


TUTSAK


 Bir harfle ayrılıyor kara cinnet, ak cennet

" İyi ve fena budur!" İşte apaçık ve net!

Boğuluyor bir insan, benim eller ve gırtlak

Sadece bir dost lazım, bir dost, yalın ve çıplak

Beni anlasın. Beni... Ağlamasın, gülmesin,

Bana bulutları ve yağmurları söylesin.

Aynalar belki tahta; belki altın; belki tunç,

Ve yalancı aynalar, öz suretimden korkunç.

Sessizlik susturamaz düşüncenin sesini,

Hangi ayna koparmış zamanın kellesini?

Kelime, hiç kelime bir lazfı aksediyor,

Oysa içimde bilse ne mana raksediyor,

Bilip onu elde mi delirip çıldırmamak?

Beter! Öleceğim bile-bile yaşamak.

Aklı tutan kelepçe, var mı fikrin perdesi?

Bir fikir ki; tutuşmuş! Tâ cehennem ötesi.

Madenimin içinde yanıyor cayır cayır,

Ölümü durdurmaya hangi bilek dayanır?


HASRET - İ VUSLAT


Manası neydi? Veya var mıydı acaba

Hızla akıp giden zamanın.. 

Evvelini bilmediğim , ahirini göremediğim

"Az sonra " nın  "Az önce" olduğu

Sadece ; evet sadece bir tek "an" var

İçinde olduğumu hissettiğim

...

Ziyan olurdu o an bile

Yazılmasaydı adın yedi kat göklerde

Duyulmasaydı kutlu çağrın asırlardan öte

Aldığım her nefes hava,

Dökülen gözyaşlarım ise su oldu

Ekilen hasret tohumlarına  gönül bahçemde

Lûtfeyle ! Bu aşığa vuslat gerek

Tiryakı yok bu derdin,

Sadece Sen gerek...

BİLME-BULMA-OLMA


 İnsan; evet ben de birçoğu gibi yazıma insan diyerek başlayacağım. Çünkü insan, tek başına varlığın sırrına haiz bir varlıktır. Yalnızca üzerine eğilip düşünülmesi, mütalaa edilmesi neticesinde birçok bilginin ve harikulade şeylerin zuhuratına vakıf olunabilecek bir varlıktır. İnsanı sair hayvanlardan ayırt edici bir hassasının olmasını akıl gerekli görüyor.

Aynı sair hayvanat gibi insan da yiyor, içiyor, uyuyor, yürüyor, çoğalıyor demek ki insanı insan yapan mümeyyiz özellik yemek yeme veya bir şeyler içme değilmiş. Evet, aslında yemek yerken hayvan gibi yememek insanın bir özelliğidir. Ancak asıl mümeyyiz özelliği, insanoğlunda bulunan nutkiyettir. Düşünebilme kabiliyeti. Düşünmek! Ama neyi, nasıl, her düşünen kişi insan olmuş demek midir? Elbette değil. Eğer kişi ulvi olana kafa yorar ve ilmini marifete çevirirse insan olma yolunda adımlar atmış sayılabilir. Fakat yapmış olduğu düşünme işlemi daha çok yemek, daha çok içecek ve daha çok mal mülk üzerine olursa, daha fazla malikiyet isterse; o zaman insan hayvandan daha aşağı bir seviyeye iner. Yani, hayvanata ait özelliklere kafa yorup bunları elde etmeye uğraşan, salt bir materyal zihniyet “esfelü’s-safilin “ve “bel hum edal” ayetlerinde belirtilen vasıflarla yüz yüze gelen kişidir.

 İnsanı insan yapan yapıcı ve mümeyyiz özellik aslında salt bir düşünce değildir. Aksine düşündüğü şeydir. Yani insana insan deyişimiz, mutlak varlığı düşünebilme akledebilme ( akledebilme özelliği kuranda kalbe verilmiş bir özelliktir. ) potansiyelidir. Bu potansiyel her kimde bil fiil hayata geçirilirse o kişi insan olma sınırını zorlayabilmiş demektir. Necip fazılın tabiriyle; cemadat, nebat olma sınırını zorlamış ve neticede bazı taşlar ancak bitkinin bazı özelliklerine sahip olmuştur. Bitkiler, hayvanat sınırını zorlamış neticede hurma gibi erkeği dişisinin üstüne binen bir bitki var olmuş. Hayvanat insan sınırını zorlamış ve neticede atlar gibi duygusallaşabilen ve maymunlar gibi insana çok yönden benzeyen hayvanlar var olmuştur. İnsan ise; Allah’ın CC. ahlakıyla ahlaklanma çabası içerisine girmelidir. Ve bu çabaya giren birçok insan gerçek insan olma sadedine ermiş hatta Allah’ın CC. ahlakıyla ahlaklanmıştır. Allah’ın bazı sıfatlarıyla vasıflanmış bir kişi haline gelmiştir.( ALLAH’a has vasıflar değil.). Allah’ın ahlakıyla ahlaklanan kişi hakiki halifedir. Eşya üzerine bazı muallak tasarrufa sahip olabilir. Aslında her insan eşya üzerine muallak bir tasarrufa sahiptir zaten. Benim demek istediğim aklın sınırını zorlayacak harikulakıl olaylara güç yetirebilir bir hal almadır. Mevzu elbette bu değildir. Lakin bu da doğru şeyi düşünebilmenin bir semeresidir. 

Ahlaklanma yolunun en başı bilmeyle başlar. Bilme işi de bir üstadın dudaklarından dökülen incileri elde etmekle hâsıl olabilir. 

Bilgi! Bilgi nedir? Bu soru bizden önceki hemen hemen her asırda sorulmuş ve tartışmalara, ötekileştirilmelere yol açmış bir sorudur. İmam maturidi gibi birçok kelam âlimi, filozof ve sair ilim erbapları bilginin yolları hakkında görüşlerini ortaya koymuşlardır. Elbette zahiri sınırlar içerisinde manaya önem veren mutasavvıflar da bilgi hakkında kendi öneri ve yorumlarını sunmuşlardır. 

Özellikle manevi ve zahiri ilimlerin en çok çakıştıkları bir konu haline gelen bilgiyi İmam Gazali hazretleri çok güzel özetlemiştir. Kelamcıların doyurucu olmayan delillerini yetersiz görmüş ve bilginin “üçün ondan büyük olduğunu bilmek kadar yakini olması gerektiğini” savunmuştur. Duyu organlarımızla hissettiğimiz mahsusatın yanıltıcı olabileceğini, yıldızlara gözün vermiş olduğu hükmü aklın inkâr etmesiyle ispat etmiştir. Çünkü akıl, gözün nokta kadar olduğuna hükmettiği yıldızların yaşadığımız gezegenden daha büyük bir cisim olduğunu bizlere öğretmiştir. Hatta bu bilgi şek götürmez (yakinî) bir hal almıştır. 

Aklın vermiş olduğu bazı hükümlerde tutarsız olma ihtimali vardır. Çünkü akıl sadece zahiri varlıkları anlayabilir bir potansiyele sahiptir. İnsanlık tarihinin başından beri harikulade olan olaylar aklı dumura uğratmıştır. Ve şimdiki zamanımızda da aklın metafiziksel konulardaki tutarsızlığını bizlere gösteren nebevi bir haslet canlıların tamamında mevcuttur. Ancak kimse bu konular üzerinde durup düşünmeye meyletmez. İmam Gazzali (k.s.) bu nebevi hasletin rüya olduğunu söylemiş ve aklın normalde rüyadayken görme koklama ve tatma gibi duyuların işlevsizliğine hükmettiğini belirtmiştir. Çünkü fonksiyonu iptal olmuş bir vücutta hissetme işlevinin de olmaması gerektiğini akıl iddia eder. Ancak rüya bunun aksini bizlere yaşatır. İmam Gazzali (k.s.)  buna ve bu gibi nebevi hasletlere dayanarak mana âlemine dair aklen yapılan yorumların tutarsızlığını ve şek götürür olduğunu savunmuştur. 

Peki, varlık hususunda gerçek bilgiyi, şek götürmez bilgiyi hangi yolla elde edebiliriz? Buna da imam gazzali cevap vermiş ve bildiğimiz aklın üstünde başka bir aklın varlığından söz etmiştir. Yani kalbin aklı, klasik tasavvuf kitaplarında ki ifadesiyle kalp gözü. ALLAH c.c. da akledebilme özelliğini kuranın her yerinde kalbe vermiştir. İbnu’l Arabi gibi birçok mutasavvıfta kalp aklıyla varlığın gerçek mi yoksa hayal mi olduğuna dair yorumlar yapmışlardır. İmam rabbani hazretleri de varlık hakkında farklı yorumlar yapmış ve vahdeti vücut anlayışını aşılması gereken bir mertebe olarak tanımlamıştır. Yani olmak için vahdeti vücudu geçmek gerekir. Vahdeti şuhudu aşmak gerekir ve en sonunda “abdiyyet” makamına erişmek gerekir.” Abdiyyet” kulluk makamı. ALLAH ile eşyayı bir birinden ayırt edebilme. Velhasıl bilme yolculuğu tezkiyeyle bulmaya ve bulma yolculuğu da daha fazla gayret ve taleple olamaya götürür. Bu yolların usulünü de tasavvuf kitapları gerektiği şekilde beyan etmiştir. 

İnsan olmak, ölmeden önce ölmek, gerçek varlığı anlamak, var ile yokun arasındaki ilişkiyi anlayabilmek, bu ancak tatmakla mümkün olabilir.