FÂNİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
FÂNİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Nereden başlayacak?


Buradan başlayacak herşey, tam olarak şuan durduğun yerden. Kaldır başını etrafına bakın. Şimdi zamanı yavaşlat, gözlerini odaklayarak etrafındaki nesneleri, ilkokulda matematik dersinde öğretilen kare, dikdörtgen, yuvarlak veya silindir şeklinde saf ve olduğu gibi algılayarak bir daha bakın. Kafanın içinden geçen tüm düşünceleri, minibüs şoförlerinin, insanları minibüste arkalara doğru ittirdiği gibi senin de göremediğin ama doluluğunu hissedip  zamanının ve anlık düşüncelerinin gerisine ittirdiğin kaygılarını havada süzülürken bir anda avcı tarafından vurulup, cansız endişesiz aşağı doğru süzülen bir kumru gibi gökyüzünden aşağı sal. Belli belirsiz senin de tam olarak ne kadar süredir devam ettiğini bilmediğin, maçın doksan artı 5 inci dakikasında beş sıfır yenildiği maçta bir gol atıp buna sevinen futbol takımı oyuncusu gibi  yalandan sevinçlerle devam ettirmeye çalıştığın hayat sahasında kendini kandırmayı bırakıp Dur, durul. Herşey Buradan başlayacak dedim ya; o  mekanı, durduğun yeri iyice tanıdıysan, hayata biraz daha yakından bak. Yaşadığın zamanı idrak et. Anı yaşa yahu anı YA-ŞA. Mekanını tanı, gör. geçtiğin bir sokakta ki Işıklı   Yazılarla gözümüze sokulan, “bunu almazsanız (çok şey) kaybedeceksiniz” diye haykıran tabelalardakileri alamadığımız için daha kaliteli bir yaşam süremediğimizi içimize sokan reklamları algıla. Herkes bakmak ile görmek arasındaki farkı afili cümlelerde veya içersinde kaybolup benliğimizden, bu “kalitesiz” yaşamdan, attığımız bir golle sevinip beş sıfır yenildiğimizi unuttuğumuz, vaktimizi kaybettiğimizi idrak ederek körü körüne anı yaşamaya yani yaşamaya ara verdiğimizi düşünerek her an kaybetmeye devam ettiğimiz müddetçe bizi hürleştirdiğini, aşağıda değilde yukarıda olduğumuzu hayal ettiren, kendi düşüncemizin kölesi olmaktan sıyrılarak ne yaşadığını bilmediği sosyal medya hesaplarında görmüştür. 


İşte bu görmek ile bakmak arasında ki farkı farkedip, farkındalığın farkına vardığında uygulamak için yapmadığın her kalkınma ve devinim çabası, senin ile yaşamının arasında büyük “fark(lar)” açacak. O fark açıldıkça sen bu mağlubiyete ve aşağıdalığa yapmış olduğun minibüs şoförü tarifesiyle, yenildiğin maçta eğer olur da ufak ta olsa bir devinim yaptığında kendini şutu ağlarla buluşmuş futbolcu mertebesinde bulacaksın. Ve ne yazık ki bu paradoks seni bırakmayacak.


Kurtulmak… Neyden, neden?

Düşünceden mi, düşündürenden mi? 

Huzur, kurtuluş vesaire…

MEKAN DERKEN?


 Aslında tuğla olmakmış mesele. Büyüklüğüne akıl sır ermeyen bir yapıya sadece bir tuğla olmak. Bir havalimanında uçağın kanadı, bir parkta salıncağın zinciri, bir şehirde hastane, bir köyde postane. Ama ne bir şehir ne bir köy ne havalimanı nede bir park olamayız. Yine de inkar edilemez bir gerçektir ki; bu mekanların anlamı bu maddelerin anlamı biz olabiliriz .Bu böyledir ki maddeyi madde, mekanı mekan yapan içindeki anlam’dır. 

Mesela bir atm düşünün hangi banka olduğu bir kenara, cebimize yararı olmasaydı peş peşe kuyruk olur muyduk ardında? Ya da bir hastane olmasaydı, ne olurdu bi düşünün. Peki ya hastane olup içinde doktor olmasaydı, o zaman ne anlamı olurdu hastanenin? Gezegende bir dünya olup, içinde barış olmadığı gibi. 

Geceleri ay ışığının, sokak lambalarının aydınlatmaya yetmediği yerler vardır. Nice insanın oturup kalktığı, nice maddenin, mekânın anlam bulduğu, bedende mi? ruhta mı? olduğu tartışılan o kalbimiz. İşte o kalp aydınlatmaya yetmiyorsa geceyi, sahte bir paranın değeri gibidir insanın kalbi. Eğer aydınlatıyorsa da, barajlara sığmayan bir damla su gibidir.

 Ulaşamadığımız bir sabah düşünün. Amaçladığımız bir sabah. Bazen tatlı bir rüya, bazen bir kabus olan. Deniz kenarında koşarken, bi restoranda yemek yerken, otobüste yaşlılara yer verirken, birine yön tarif ederken bile hayalini kurduğumuz bir ütopyanın ilk sabahını düşünün. Bir şehir ki insanın, insan olduğu için sevildiği, sokak lambalarının hırsızlara değil de yolunu şaşıranlara yandığı , yangınların sadece yanlışlıkla çıktığı ve dermanın doğru yerde arandığı bir şehir. Kaygısızca esen bir rüzgarın hayatımızı mahvetmediği bir şehir. “Nerede yaşıyorsun?”sorusuna “anlam verebildiğim bir yerde” diyebileceğimiz bir şehir. 

İşte aslında her sabah farketmeden bu şehrin sabahına uyanıyoruz . Bizler için anlam verebildiğimiz her madde, her mekan bu şehrin bir parçasıdır. Yani İsmet Özel’in dediği gibi “yalnızlık insanın içindedir”.Ama şu da vardır ki ;insanın kalbi de içindedir.Kalbimizle yaşantımıza anlam verebildiğimiz her gün o sabaha uyanmaya devam ederiz.Korkularımız hava kirliliğinden değil, hayal kirliliğinden meydana gelir. Uçsuz bucaksız bir yol olsa da, ulaştığı yeri bildikten sonra, sevdiklerimize kavuşacağımızı bildikten sonra, o sabaha uyanacağımızı bildikten sonra, o yolun uzunluğu da ,zorluğu da bize güzel gelir. 

Karanlık bir odada ömür geçer mi? Geçer. Hâlâ da geçmekte. Ruhu dinlendiririz. Bazen bir şarkıyla, bazen de anılarla. Ve zamanı gelince bu odadan çıkma fırsatı geçer elimize. Ne kadar karanlık olsa da anlamı var bu odanın artık . Çıkmak istemez bir diğer yanımız. Çabalar, çabalar ama özgürlük güzel şey eğer özgürlüğün ne olduğunu biliyorsak tabi.Çünkü o odada iken dışarıda olan herşeyi özgürlükten sayarız. Yani anlamı olan bir yerden kaçarız. Aslında ANLAMLI yaşamak istemeyen kişiler de olabilir. Çünkü bazıları baktığıyla yaşar, bazıları ise gördüğüyle. Bazıları ise yaşadığını zanneder sadece: ‘

‘Bedenim kıvranıyor gözlerimin önünde ama acıdan değil bu haykırışım, 

Yanlış bir saatin içinde koşuyor yelkovan arkadaşım, akrep sırdaşım’’

Film şeridi gibi geçen iki hecelik yaşamın kelimelere sığmayan bir anlamı olsun isterdim. Çünkü duygulara hakim olan madde ve mekânın anca böyle anlamı olabilir. Her insanın çabaladığı ve uğruna yaşadığı bir şey vardır.Ama değeri genellikle tartışılır şeylerdir bunlar.

Eğer yaşam gerçekten yaşadığımız kadar olsaydı ağaçlar ve topraklar demirden, merhem diye sürdüklerimiz ise benzinden olurdu. Bazen "geçmiş geçmişte kaldı"derken bile yaralarımızı kanattığımızın farkında olmayız. Çünkü bizde bıraktığı etki bir ders değilde genellikle bir kâbus niteliğindedir. Ve yıllardır alışkanlık hâline getirdiğimiz görememe hastalığımız yeniden ispatlanır sanki. Geride kalan sadece ve sadece hayal kırıklığıdır. Keza görmeyi istemediğimiz sürece ne yazık ki böyle devam edecektir . Ne zaman ruhumuzu azad ettik kölelikten, işte o zaman herşey daha güzel olacaktır. Kanatsız kuşların hakimiyeti başlayacaktır. 

Ve işte anlıyorum artık seni, beni, bizi. Çünkü ben zamanın içinden "ânı" seçebiliyorum. 

Benim de özel gücüm bu. Yaşamayı öğreniyorum ama yavaş yavaş. Bir bir anlatıyorum anladıklarımı. Ve nedense tepkin hep aynı ‘‘öğreniyorsun yavaş yavaş’’. Meğer hayatta öğrenilecek ,anlaşılacak ne çok şey varmış diyorum ben de. 

Dayanamıyorum. Çünkü ne kadar anlıyorum desem de, anlamadığımı anlamak bir tokat gibi çarpıyor yüzüme. Sandığımdan da zormuş yaşamak.Belirsizlik denizinde, hiç yorulmadan yüzmek acıtıyor insanı. Ve sayılar geliyor aklıma 5,7,1 vaktin nakit olduğunu öğrendiğimden beri, onları düşünmeye vakit bulamıyorum. Ve sonra yaşadığımız yer geliyor aklıma “dünya” savaşların ve anlaşmazlıkların mekanı. Bu böyledir diyorum, buna da kafamı yoramıyorum daha fazla. 



Ve karar veriyorum dünyada yaşayıp dünyayı yaşamayacağıma...

SEMBOL VE AYNA OLARAK ‘BİZ’


‘Biz nasıl ayna ve sembolüz ki?’ diyebilirsiniz. Ama her insan bir kişiyi ve bir şeyleri temsil eder. Misal olarak ''Aslan yattığı yerden belli olur'' sözü. İşte burada bile bir sembol olduğumuz apaçık bir şekilde ortada. Peki ya nasıl aynayız? Ayna olmamız, başkalarını etkilemek ve onlara örnek olmamızdır. Örnek olarak, aile büyüklerinden bir kişi çocuğun aynasıdır. ''Ağaç yaş iken eğilir'' dedikleri de işte tam olarak budur. İşte biz bu gençlik ağacına iyi birer ayna olursak ve ağacın doğru, düzgün eğilimini engelleyecek kötü yönde bir müdahale olmazsa (ki bunun en büyük etkeni kötü arkadaştır) bu ağaç doğru yoldan gidebilir. Ama ağacı yanlış tarafa meyil ettirirsek, ağacın meyil ettiği yanlış taraftan kesecek ve onu doğruya iletecek insanlar yok ise, o ağaç yaşlanır ve doğaya oksijen değil karbonmonoksit yayar.

 Peki ya burada anlatılmak istenen nedir? Bizleri doğruya ileten doğru aynalar olursa, bizi temsil eden sembolümüz bir aslan olur. Şimdi ki gençlik bir ‘’aslan’’ değil. Bu durumu düzeltmenin yolu ise saygı. Ve bir demircinin demiri dövdüğü gibi, bizim de bu gençliği doğru yola dövmemiz, kötü düşüncelerden kurtarmamız ve aslan gibi yaşamamızdır. Herkes üstüne düşen vazifeyi yapar ise, aslanın yattığı yere kimse laf edemeyecek olur. Bu sebepten ötürü, doğru bir ayna olmaya gayret edelim ki sembolümüz ve neslimizin devamı olan bu gençlik, aslan olsun. Biliyoruz ki bu ölümlü dünyadan sonra ahiret var, o yüzden ‘Müslümanca yaşamalıyız’. Yoksa elden giden gençliği toparlayamayabiliriz. Ahiret için değil, Allah'ın rızası için, Peygamber Efendimiz ‘in (s.a.v.) sünnetine uygun ve onun yaşadığı doğru hayatı kendimize ayna olarak görmeliyiz ve bunun için yaşamalıyız. Doğruyu kimden öğreneceğimizi iyi bilmekiyiz. Yoksa eski nesiller gibi, diri diri kızları gömer, insanlığa yapılan zulme sadece kınamayla cevap verir, medeniyet sandığımız, adeta ağzımıza verilmiş  ballı emziği gerçek doyurucu süt sanarız. Biz ayna olamayız çünkü gerçek medeyet olan Müslümanlığı bozmaya çalışan barbar uygarlar ( nedenler) var. Bu zihniyeti bize doğru gösteren, bizi bu yola ve kötülüğe sürüklemek isteyenlerin zihniyetlerine medeniyetin ne olduğunu, işgal değil imar ederek cevap vermeliyiz.

Örnek olarak 15 Temmuz'u ele alabiliriz. Ak ile karayı ayırt edemediğimiz ve pis zihniyetli kişilerin içimize girdiği zamanlarda, bizleri, bizimle bitirmeyi kafaya koymuşlardı. Ama biz bu Vatan ve Dinimizde gözü olanlardan, onlar gitse bile onlardan kalan zihniyetlerden kurtulamadık! Ve bu arındırma; aslan gibi bir demirci olursak, cahillerden ve pis düşüncelerden kurtulabilirsek olacaktır. O zihniyetlere kanmadığımızda doğru bir hayat yaşarız. Bu zihniyet hep vardı ve olmaya da devam edecek. Ama kıyamet gününde her şey sona erecek ve herkes bir tarafa kaçışacak. Biz onlar gibi olmayıp, doğru bir hayat yaşayabilirsek, o büyük günde başımız dik olarak durabiliriz. İnşAllah Fatih Sultan Mehmet Han'ın İstanbul’ u Feth ettiği gibi, biz de ‘aslımızı’ feth edip ona dönebiliriz. Tabi ki Abdulhamid Han Hazretlerini tahttan indiren, Onunun merhametini kullanan pis zihniyetli kişilere kanmazsak. Allah yar ve yardımcımız olsun. 

Ağlamaklı bir haledeyim



Yeni doğmuş bir bebek gibi ağlardım. Hayat ağlayarak başladı. Öylede bitecekti. Kirpiklerim de görüşümü kısıtlayan damlalar öyle zor geliyor ki etrafıma bakmak yalnızca akan gözyaşlarıma bakarak yetinebiliyorum. Ne kulaklarımla duyduğum seslere ne gözlerimle gördüğüm şeylere itimat edebiliyorum. Kesin hüküm vermilmişti diye aklımdan düşünceler geçiyor. Hala hözlerimden akan gözyaşlarını izliyor. Kulağıma gelen sesleri dinlemeye çalışıyordum ne gördüklerim nede duyduklarım hiçbir şey hissettirmiyordum. Peki nasıl bana bahşedilen bakabildiğim ama göremediğim gözlerime ve duyabildiğim ama dinleyemediğim kulaklarıma inanmayıp yalnızca üzüntüyle dolu olan aklıma güvenebilirdim. Ayağa kalkmak ne kelime gözümü bile zor kırpıyordum. Üzüntünün içimde kapladığı alanı düşünmek bile halimi anlamak için yeterliydi. Buna göz yummuştum bir kere, kabullenmiştim başıma gelenler daha başlamadan önce. Dur diyecek ne bir ailem ne bir dostum nede durmamı sağlayacak değer verdiğim biri vardı. En çok da ona ihtiyacım vardı. Gözümle gördüğümde sevinebileceğim, kulağımla onu duyduğumda kendimi ağlayan bir hal yerine mutlu bir halde bulabileceğim. Değer verdiğim bir kimse hatta bir şeye ihitiyacım vardı. Sanırım o halimde aklıma gelen en iyi düşünce,hatta tek iyi düşünce buydu. Yalnızca buna güvenebilirdim güvenmek istiyordum, doğrulmak istiyordum, başımı kaldırmak, etrafıma bakmak ve sesleri duymak istiyordum. Hüznün kapladığı yer onu engelliyor, Yapmak istediklerimi yapamıyordum. Hüznümün engelliyemedği tek şey gözüme ilişen bir kitaptı. Kitabı elime aldım, başlığında ''Kuran-ı Kerim ve Meal'' İ yazıyordu. Daha önce hiç görmediğim bir kıtaptı bu. Açtım, bilmediğim bir dilde yazı ve altında okuyabileceğim bir kısım, okudum ve gerçekten rahatlatıyordu ama bir kaç eksiklik vardı, anlayamadığım bazı şeyler yinede sadece mealini okumak bile içimdeki hüznü alıyordu. Böyle bir kitabı daha önce hiç görmemiştim, Ama bir şeyden emindim. Değer vermem gereken şeyi onun içinde bulmuştum. Beni kimin düzelteceğinide biliyordum ''Allah'a İman Ettim Ona Dua Ettim.''

NE YAPIYORUZ?


 Hayatımızın monotonluğundan; çok sıkıldık, çok yorulduk, çok üzüldük, çok bekledik, çok düşündük, çok sitem ettik, çok sorguladık. Sonuç? Monotonluk her yerde; nereye gidersek gidelim, ne yaparsak yapalım, kiminle beraber olursak olalım en sonunda ona da alışıyoruz. Tamam, belki nispeten saydıklarımızdan bazıları sıradanlık hissettirmeyebilir. Ama şu hayatta ne varsa hepsi fani, yani mecaz. Mecaz olduğundan dolayı da bizi tam olarak tatmin etmesi imkânsız.

Peki, yaptıklarımızın sonucu bizi tatmin etmeyecek diye hiçbir şey yapmayacak mıyız? Hayır. Bu monotonluğu elimizden geldiğince asgari miktara indirmeye çalışacağız. Nerede olursak olalım, her zaman bizi mecazdan uzaklaştıracak bir meşgalemizin olması lazım. Meşgalelerimiz çoğaldıkça üzerimizde olan sıkıntı, üzüntü, bekleyiş, düşünce bunalımı, sitemler yavaşça azalacaktır. Tabi ki tamamen bitmeyecek, ama bizi biraz daha rahatlatacaktır.

Herkes kendine göre bir meşgale seçebilir. Mesela bunlar arasında; bir görüş hakkında veya mutlak olarak yazı yazmak, dünyadan ve tahrip edilmek istenen cennet ülkemizden haberdar olmak, ön yargılı düşünceden kurtulmak, öz eleştiride bulunmak, empati kurmak, başkalarını düşünmek, ciddiyet ve anlayış sahibi olmaya çalışmak ve en önemlisi yaşama amacını bulmaya çalışmak vb. olabilir.

Bu değişiklikleri uyguladığımız takdirde; öncelikle kendi zatımda ve toplum olarak hepimizde çarpıcı şekilde tesir edeceğini, dertlerimizi, sıkıntılarımızı, yorgunluklarımızı daha ciddi meselelere yönelteceğini ve daha anlamlı bir hayata kapı aralayacağını umuyorum.

Bilelim ki: insan alışmayadursun, herşey normalleşir.

Necip Fazıl üstadın bir şiiriyle bitiriyorum:

"Tohum çatlar da bilmem, kafa nasıl çatlamaz?

Yeni odur ki, solmaz, pörsümez, bayatlamaz."

Allah (c.c) hepimizi eskimeyen, alışılamayan O' nu aramaktan ayırmasın.

Amin.


KELİMEDEN İBARET!


 

Onlarca derdimiz, sıkıntımız var. Hayat gayelerimizin çoğu bu sıkıntıları çözmek için kurulmuş. Hedeflerimiz hep bunlardan kurtulmaya yönelik. Çalışıyor, çabalıyoruz kurtulmak için. Kimisi şahsî bu problemlerin, kimisi eş, dost, akraba... Peki pas geçtiğimiz büyük bir nokta yok mu? Dünyanın dört bir yanında zulüm gören müslümanlar... Dertlerimizi gidip anlatsak acı bir tebessüm atacak o hakiki dert sahipleri... Onların derdiyle dertlenmemiz, acılarıyla ağlamamız gerekmiyor mu? 


Sorsak hepimizin ortak derdi bu; İslam alemi. Hepimiz üzülüyoruz onlara, televizyonda, orda-burda gördükçe içimiz burkuluyor. Kısaca dert ediniyoruz değil mi? Değil! Değil işte. Kendimizi kandırmayalım. Biraz nefsimizi gözden geçirelim. Yahu dostum, dert şahsî derdimiz olunca biz bu derdin dermanını hayat gayesi edinmiyor muyuz? Hiç yoktan çabalamıyor muyuz? Dert dediğin de bu değil mi zaten. Ama iş haksız yere zulüm gören müslümanlara gelince ne bir iş, ne bir çaba. Tek bildiğimiz hayıflanmak, konuşmak... Aaa şu twit atan süper kahramanlarımızı unutmayalım. Bir de o var. Ülkece buyuz işte, amirinden memuruna buyuz; kelimeden ibaret.


Yahu ben öğrenciyim, memurum, market çalışanıyım vs. ne yapabilirim ki Kudüs'te zulüm gören o müslümanlar için? Suriye'de ağlayan o anneler için elimden ne gelir? Öyle lafı uzatmayacağım, Hz. Ali'den (r.a.) gelen rivayete göre Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) şöyle buyurdu: "Dua, müminin silahı, dinin direği, göklerin ve yerin nurudur." (Hakim, Müstedrek, I/492)

TUTSAK


 Bir harfle ayrılıyor kara cinnet, ak cennet

" İyi ve fena budur!" İşte apaçık ve net!

Boğuluyor bir insan, benim eller ve gırtlak

Sadece bir dost lazım, bir dost, yalın ve çıplak

Beni anlasın. Beni... Ağlamasın, gülmesin,

Bana bulutları ve yağmurları söylesin.

Aynalar belki tahta; belki altın; belki tunç,

Ve yalancı aynalar, öz suretimden korkunç.

Sessizlik susturamaz düşüncenin sesini,

Hangi ayna koparmış zamanın kellesini?

Kelime, hiç kelime bir lazfı aksediyor,

Oysa içimde bilse ne mana raksediyor,

Bilip onu elde mi delirip çıldırmamak?

Beter! Öleceğim bile-bile yaşamak.

Aklı tutan kelepçe, var mı fikrin perdesi?

Bir fikir ki; tutuşmuş! Tâ cehennem ötesi.

Madenimin içinde yanıyor cayır cayır,

Ölümü durdurmaya hangi bilek dayanır?


BİLME-BULMA-OLMA


 İnsan; evet ben de birçoğu gibi yazıma insan diyerek başlayacağım. Çünkü insan, tek başına varlığın sırrına haiz bir varlıktır. Yalnızca üzerine eğilip düşünülmesi, mütalaa edilmesi neticesinde birçok bilginin ve harikulade şeylerin zuhuratına vakıf olunabilecek bir varlıktır. İnsanı sair hayvanlardan ayırt edici bir hassasının olmasını akıl gerekli görüyor.

Aynı sair hayvanat gibi insan da yiyor, içiyor, uyuyor, yürüyor, çoğalıyor demek ki insanı insan yapan mümeyyiz özellik yemek yeme veya bir şeyler içme değilmiş. Evet, aslında yemek yerken hayvan gibi yememek insanın bir özelliğidir. Ancak asıl mümeyyiz özelliği, insanoğlunda bulunan nutkiyettir. Düşünebilme kabiliyeti. Düşünmek! Ama neyi, nasıl, her düşünen kişi insan olmuş demek midir? Elbette değil. Eğer kişi ulvi olana kafa yorar ve ilmini marifete çevirirse insan olma yolunda adımlar atmış sayılabilir. Fakat yapmış olduğu düşünme işlemi daha çok yemek, daha çok içecek ve daha çok mal mülk üzerine olursa, daha fazla malikiyet isterse; o zaman insan hayvandan daha aşağı bir seviyeye iner. Yani, hayvanata ait özelliklere kafa yorup bunları elde etmeye uğraşan, salt bir materyal zihniyet “esfelü’s-safilin “ve “bel hum edal” ayetlerinde belirtilen vasıflarla yüz yüze gelen kişidir.

 İnsanı insan yapan yapıcı ve mümeyyiz özellik aslında salt bir düşünce değildir. Aksine düşündüğü şeydir. Yani insana insan deyişimiz, mutlak varlığı düşünebilme akledebilme ( akledebilme özelliği kuranda kalbe verilmiş bir özelliktir. ) potansiyelidir. Bu potansiyel her kimde bil fiil hayata geçirilirse o kişi insan olma sınırını zorlayabilmiş demektir. Necip fazılın tabiriyle; cemadat, nebat olma sınırını zorlamış ve neticede bazı taşlar ancak bitkinin bazı özelliklerine sahip olmuştur. Bitkiler, hayvanat sınırını zorlamış neticede hurma gibi erkeği dişisinin üstüne binen bir bitki var olmuş. Hayvanat insan sınırını zorlamış ve neticede atlar gibi duygusallaşabilen ve maymunlar gibi insana çok yönden benzeyen hayvanlar var olmuştur. İnsan ise; Allah’ın CC. ahlakıyla ahlaklanma çabası içerisine girmelidir. Ve bu çabaya giren birçok insan gerçek insan olma sadedine ermiş hatta Allah’ın CC. ahlakıyla ahlaklanmıştır. Allah’ın bazı sıfatlarıyla vasıflanmış bir kişi haline gelmiştir.( ALLAH’a has vasıflar değil.). Allah’ın ahlakıyla ahlaklanan kişi hakiki halifedir. Eşya üzerine bazı muallak tasarrufa sahip olabilir. Aslında her insan eşya üzerine muallak bir tasarrufa sahiptir zaten. Benim demek istediğim aklın sınırını zorlayacak harikulakıl olaylara güç yetirebilir bir hal almadır. Mevzu elbette bu değildir. Lakin bu da doğru şeyi düşünebilmenin bir semeresidir. 

Ahlaklanma yolunun en başı bilmeyle başlar. Bilme işi de bir üstadın dudaklarından dökülen incileri elde etmekle hâsıl olabilir. 

Bilgi! Bilgi nedir? Bu soru bizden önceki hemen hemen her asırda sorulmuş ve tartışmalara, ötekileştirilmelere yol açmış bir sorudur. İmam maturidi gibi birçok kelam âlimi, filozof ve sair ilim erbapları bilginin yolları hakkında görüşlerini ortaya koymuşlardır. Elbette zahiri sınırlar içerisinde manaya önem veren mutasavvıflar da bilgi hakkında kendi öneri ve yorumlarını sunmuşlardır. 

Özellikle manevi ve zahiri ilimlerin en çok çakıştıkları bir konu haline gelen bilgiyi İmam Gazali hazretleri çok güzel özetlemiştir. Kelamcıların doyurucu olmayan delillerini yetersiz görmüş ve bilginin “üçün ondan büyük olduğunu bilmek kadar yakini olması gerektiğini” savunmuştur. Duyu organlarımızla hissettiğimiz mahsusatın yanıltıcı olabileceğini, yıldızlara gözün vermiş olduğu hükmü aklın inkâr etmesiyle ispat etmiştir. Çünkü akıl, gözün nokta kadar olduğuna hükmettiği yıldızların yaşadığımız gezegenden daha büyük bir cisim olduğunu bizlere öğretmiştir. Hatta bu bilgi şek götürmez (yakinî) bir hal almıştır. 

Aklın vermiş olduğu bazı hükümlerde tutarsız olma ihtimali vardır. Çünkü akıl sadece zahiri varlıkları anlayabilir bir potansiyele sahiptir. İnsanlık tarihinin başından beri harikulade olan olaylar aklı dumura uğratmıştır. Ve şimdiki zamanımızda da aklın metafiziksel konulardaki tutarsızlığını bizlere gösteren nebevi bir haslet canlıların tamamında mevcuttur. Ancak kimse bu konular üzerinde durup düşünmeye meyletmez. İmam Gazzali (k.s.) bu nebevi hasletin rüya olduğunu söylemiş ve aklın normalde rüyadayken görme koklama ve tatma gibi duyuların işlevsizliğine hükmettiğini belirtmiştir. Çünkü fonksiyonu iptal olmuş bir vücutta hissetme işlevinin de olmaması gerektiğini akıl iddia eder. Ancak rüya bunun aksini bizlere yaşatır. İmam Gazzali (k.s.)  buna ve bu gibi nebevi hasletlere dayanarak mana âlemine dair aklen yapılan yorumların tutarsızlığını ve şek götürür olduğunu savunmuştur. 

Peki, varlık hususunda gerçek bilgiyi, şek götürmez bilgiyi hangi yolla elde edebiliriz? Buna da imam gazzali cevap vermiş ve bildiğimiz aklın üstünde başka bir aklın varlığından söz etmiştir. Yani kalbin aklı, klasik tasavvuf kitaplarında ki ifadesiyle kalp gözü. ALLAH c.c. da akledebilme özelliğini kuranın her yerinde kalbe vermiştir. İbnu’l Arabi gibi birçok mutasavvıfta kalp aklıyla varlığın gerçek mi yoksa hayal mi olduğuna dair yorumlar yapmışlardır. İmam rabbani hazretleri de varlık hakkında farklı yorumlar yapmış ve vahdeti vücut anlayışını aşılması gereken bir mertebe olarak tanımlamıştır. Yani olmak için vahdeti vücudu geçmek gerekir. Vahdeti şuhudu aşmak gerekir ve en sonunda “abdiyyet” makamına erişmek gerekir.” Abdiyyet” kulluk makamı. ALLAH ile eşyayı bir birinden ayırt edebilme. Velhasıl bilme yolculuğu tezkiyeyle bulmaya ve bulma yolculuğu da daha fazla gayret ve taleple olamaya götürür. Bu yolların usulünü de tasavvuf kitapları gerektiği şekilde beyan etmiştir. 

İnsan olmak, ölmeden önce ölmek, gerçek varlığı anlamak, var ile yokun arasındaki ilişkiyi anlayabilmek, bu ancak tatmakla mümkün olabilir.