Düş Mezarlığı



  
 


     Gözyaşlarının suladığı, oluk oluk kanlara doyan topraklar bunun gibisini hiçbir zaman yaşamak istemezlerdi. Zalim kralların kana kana şarap içtiği zamanla çürümüş zavallı kafatasları masumiyetlerini sorgular oldular. Destelerce odaları dolduran, parıltılarıyla gözleri ama eden, kibir abidesi Karun’un hazinelerini utandıran gözyaşlarıyla sulandı bugün topraklar. Bir feryat çınladı. Ameller ve emeller sorgulanmadığı için yargılandı. Netice hezeyan oldu. Susuldu ve tekrardan kabullenildi.

 

      Asırlardır farklı farklı coğrafyalarda, farklı kişiler tarafından, farklı amaçlar uğruna fahiş bir sömürü ve zulüm devam ettirilmekte. Silahların sarılamayacak farklılıkta olmasına nazaran, kalkanların sadece dualar ve temenniler olduğu bu dünya barış tarih kitaplarında bile var olmayan bir nükte, zulüm en acımasızların yüzünde bir maske, direniş inanmışların dilinde bir beste olarak kalmaya mahkûm oldu. Savaşa karşı duramayan barışın pes etmesi, hırslarını ve nefislerini dizginleyemeyenlerin korkup başka yöntemlere başvurma kompleksleri insanoğlunun dünyasını, hayatını alaşağı etti. Fani dünyada bu işten karlı çıkanlar her zaman zalimler oldu. Elini vicdanına koyamayanların, koymayanların elleri kılıç kınlarına, silah kabzalarına sarıldı. Acı dolu çığlıklarla tatmin olmayan nefisler, kendilerine olan hakareti mubah kılma teşebbüsünde bulundular. Yaptıkları zulmü tüm dünyaya duyurmak için ellerinden geleni yaptılar. Fakat bizler değil kınamak, acı dolu çığlıkları duyma şerefini bile kendimize layık görmedik. Kendini eğlendirmek için kurduğu hayallere muhtaç bir hale gelmiş olan insanlar, artık hayal kuramayacakları günün gelip çatması için gün sayıyorlar. Ölmekten korkan, ölümü görmeyen, ölümü duymayan, ölümü duymak istemeyen insanlar Karun’un hazineleriyle yaşayan, kafataslarını barındıran toprağın bu benzersiz acılı gününde, feryatlarına yine kulak asmamaya karar verdiler.


Ameller ve emeller sorgulanmadı. Susuldu. Kabullenildi. 

Bugün acımasızca katledilen bir çocuk toprağa verildi.


Talha TEMİZ

Bursa

ERTELEME!

   


     Kalûbela tozları var üzerimde ve bir sözün verdiği ağırlıktan dolayı yaşıyorum med ceziri. Çıkamıyorum bir an olsun kalıplardan, doktor, polis, öğretmen, zengin, iyi, para, kötü, güzel, çirkin... Her şeyin peşine gelen her basmakalıp söz bir çivi gibi mıhlıyor beni duvara; iyi güzeldir, zengin mutludur, öğretmen sadece okulda olur, para saadet verir, şişman çirkindir... Uzayıp giden bu örneklerle, karşımda konuşanların sesleri tecavüz ediyor kulaklarıma... Kimse bana insan kalabilmenin önceliğini anlatmadı tam 20 Küsur yıl kadar. Kirlendik; büyüdükçe dünya sindi üzerimize ve biz sindikçe kirlendik bu kirli düzende. Maskelerin ardına sakladık yüzümüzü. Dedim ya az önce dedim ya işte çıkamıyorum bir an olsun kalıplardan aklımdaki cevabı olan ve cevabını vermekten korktuğum sorulardan.

-İnsan hiç şeytanla ahitleşir mi? 

-Elbette hayır.

-Nereye o zaman bu gidiş?

-...

   Olası günah sapaklarında başlıyor kalp harbimiz. Bir an gibi görünüyor karar verme aşaması fakat bazen bir an bir yıl gibi geliyor insana. Nefs ve şeytan her zaman saptırmıyor insanı çoğu zaman ertelemeye çalışıyor iyilikleri. Ertelemenin bir hastalığa varan derecede ilerleyeceğini düşündükçe kalkıyorum ayağa, iman denen cevherin, kanserli bir genç gibi günden güne eridiğini gördükçe kaçıyor uykularım. Tik tak, tik tak... Geçiyor işte zaman denen mefhum geride bıraktığı her merhumun ve yaşayan her canlının üzerinden. Bir ölçü dahilinde ilerlesede zaman, ışık hızını dahi içine alabiliyor nedense, dilediği kadar hatta ve hatta delice bir süratle hızlı koşabilseydi insan yine bir saniyeyi ikiye, ikiyi de bir saniyeye indiremeyecekti geçen an'da...

   Hayatın beyhude kucağında geçiyor zamanımız. Malayâni denen illet ne kadar hoşumuza giderse o kadar istismar ediyor benliğimizi. Hele şu ekranların başında geçen vakitler... Bir an sıyrılıp tüm dünyadan nefes alınacak yerlere kaçasım geliyor, oralarda insan denen canlıdan bahsetmek istiyorum önce kendime, sonra insan olmadığımı anlıyorum biraz biraz. Böylesine azametli ve ulvi bir amacı yüklenişimiz tam olarak kalûbela da başlıyor sanırım, daha Dünya'ya gelmeden bu Dünya'nın halifesi ilan edilen insan nasıl olur da böylesine basit günahlarla sonsuz hayatını mahveder diye düşünürken dalıyorum uykuya. ''İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar.'' Hadis-i şerifi geliyor aklıma ve uyanıyorum sıçrayarak. Ölmeden önce ölmek sözü üzerine bir hayli düşünüyorum bu sıra. Mevzimden kurşun gibi atılarak varmak istiyorum Menzil'e. Ahhh nefsim...

Nakşi Şeyhinin dergâhında yükselmez ses, Peygamber (s.a.v.) huzurundaki gibi çünkü ilk misal diğerinden bir cüzdür; şu kainatta O'ndan bir cüzdür o halde asla sesini yükseltme. Sen ölmeden önce ölmeye bak haydi. Meyyiti gömmeye yeter biraz sıcak su birkaç kürek sesi, uzun bir sela okunur kısacık ömürde ve ölünün suretinden anlaşılır geçmişi, insanların yüzde yetmişi pişmanlığı oraya bırakır ama oraya bırakılan hiç bir pişmanlığın telafisi yoktur. İşi bilenler Yaa Rabbi ben pişmanım deyiverirler bir ipe tutunarak, sonrası temizlik sonrası yeni hayat... Hiçbir şey için geç değil tam şu an, erteleme hayatı... Erteleme... 

MEKAN DERKEN?


 Aslında tuğla olmakmış mesele. Büyüklüğüne akıl sır ermeyen bir yapıya sadece bir tuğla olmak. Bir havalimanında uçağın kanadı, bir parkta salıncağın zinciri, bir şehirde hastane, bir köyde postane. Ama ne bir şehir ne bir köy ne havalimanı nede bir park olamayız. Yine de inkar edilemez bir gerçektir ki; bu mekanların anlamı bu maddelerin anlamı biz olabiliriz .Bu böyledir ki maddeyi madde, mekanı mekan yapan içindeki anlam’dır. 

Mesela bir atm düşünün hangi banka olduğu bir kenara, cebimize yararı olmasaydı peş peşe kuyruk olur muyduk ardında? Ya da bir hastane olmasaydı, ne olurdu bi düşünün. Peki ya hastane olup içinde doktor olmasaydı, o zaman ne anlamı olurdu hastanenin? Gezegende bir dünya olup, içinde barış olmadığı gibi. 

Geceleri ay ışığının, sokak lambalarının aydınlatmaya yetmediği yerler vardır. Nice insanın oturup kalktığı, nice maddenin, mekânın anlam bulduğu, bedende mi? ruhta mı? olduğu tartışılan o kalbimiz. İşte o kalp aydınlatmaya yetmiyorsa geceyi, sahte bir paranın değeri gibidir insanın kalbi. Eğer aydınlatıyorsa da, barajlara sığmayan bir damla su gibidir.

 Ulaşamadığımız bir sabah düşünün. Amaçladığımız bir sabah. Bazen tatlı bir rüya, bazen bir kabus olan. Deniz kenarında koşarken, bi restoranda yemek yerken, otobüste yaşlılara yer verirken, birine yön tarif ederken bile hayalini kurduğumuz bir ütopyanın ilk sabahını düşünün. Bir şehir ki insanın, insan olduğu için sevildiği, sokak lambalarının hırsızlara değil de yolunu şaşıranlara yandığı , yangınların sadece yanlışlıkla çıktığı ve dermanın doğru yerde arandığı bir şehir. Kaygısızca esen bir rüzgarın hayatımızı mahvetmediği bir şehir. “Nerede yaşıyorsun?”sorusuna “anlam verebildiğim bir yerde” diyebileceğimiz bir şehir. 

İşte aslında her sabah farketmeden bu şehrin sabahına uyanıyoruz . Bizler için anlam verebildiğimiz her madde, her mekan bu şehrin bir parçasıdır. Yani İsmet Özel’in dediği gibi “yalnızlık insanın içindedir”.Ama şu da vardır ki ;insanın kalbi de içindedir.Kalbimizle yaşantımıza anlam verebildiğimiz her gün o sabaha uyanmaya devam ederiz.Korkularımız hava kirliliğinden değil, hayal kirliliğinden meydana gelir. Uçsuz bucaksız bir yol olsa da, ulaştığı yeri bildikten sonra, sevdiklerimize kavuşacağımızı bildikten sonra, o sabaha uyanacağımızı bildikten sonra, o yolun uzunluğu da ,zorluğu da bize güzel gelir. 

Karanlık bir odada ömür geçer mi? Geçer. Hâlâ da geçmekte. Ruhu dinlendiririz. Bazen bir şarkıyla, bazen de anılarla. Ve zamanı gelince bu odadan çıkma fırsatı geçer elimize. Ne kadar karanlık olsa da anlamı var bu odanın artık . Çıkmak istemez bir diğer yanımız. Çabalar, çabalar ama özgürlük güzel şey eğer özgürlüğün ne olduğunu biliyorsak tabi.Çünkü o odada iken dışarıda olan herşeyi özgürlükten sayarız. Yani anlamı olan bir yerden kaçarız. Aslında ANLAMLI yaşamak istemeyen kişiler de olabilir. Çünkü bazıları baktığıyla yaşar, bazıları ise gördüğüyle. Bazıları ise yaşadığını zanneder sadece: ‘

‘Bedenim kıvranıyor gözlerimin önünde ama acıdan değil bu haykırışım, 

Yanlış bir saatin içinde koşuyor yelkovan arkadaşım, akrep sırdaşım’’

Film şeridi gibi geçen iki hecelik yaşamın kelimelere sığmayan bir anlamı olsun isterdim. Çünkü duygulara hakim olan madde ve mekânın anca böyle anlamı olabilir. Her insanın çabaladığı ve uğruna yaşadığı bir şey vardır.Ama değeri genellikle tartışılır şeylerdir bunlar.

Eğer yaşam gerçekten yaşadığımız kadar olsaydı ağaçlar ve topraklar demirden, merhem diye sürdüklerimiz ise benzinden olurdu. Bazen "geçmiş geçmişte kaldı"derken bile yaralarımızı kanattığımızın farkında olmayız. Çünkü bizde bıraktığı etki bir ders değilde genellikle bir kâbus niteliğindedir. Ve yıllardır alışkanlık hâline getirdiğimiz görememe hastalığımız yeniden ispatlanır sanki. Geride kalan sadece ve sadece hayal kırıklığıdır. Keza görmeyi istemediğimiz sürece ne yazık ki böyle devam edecektir . Ne zaman ruhumuzu azad ettik kölelikten, işte o zaman herşey daha güzel olacaktır. Kanatsız kuşların hakimiyeti başlayacaktır. 

Ve işte anlıyorum artık seni, beni, bizi. Çünkü ben zamanın içinden "ânı" seçebiliyorum. 

Benim de özel gücüm bu. Yaşamayı öğreniyorum ama yavaş yavaş. Bir bir anlatıyorum anladıklarımı. Ve nedense tepkin hep aynı ‘‘öğreniyorsun yavaş yavaş’’. Meğer hayatta öğrenilecek ,anlaşılacak ne çok şey varmış diyorum ben de. 

Dayanamıyorum. Çünkü ne kadar anlıyorum desem de, anlamadığımı anlamak bir tokat gibi çarpıyor yüzüme. Sandığımdan da zormuş yaşamak.Belirsizlik denizinde, hiç yorulmadan yüzmek acıtıyor insanı. Ve sayılar geliyor aklıma 5,7,1 vaktin nakit olduğunu öğrendiğimden beri, onları düşünmeye vakit bulamıyorum. Ve sonra yaşadığımız yer geliyor aklıma “dünya” savaşların ve anlaşmazlıkların mekanı. Bu böyledir diyorum, buna da kafamı yoramıyorum daha fazla. 



Ve karar veriyorum dünyada yaşayıp dünyayı yaşamayacağıma...

Yarasa suyuna çorba


 Gelişen ve farklılaşan ve hatta daha fazla zorlaşan dünyamızda artık her geçen gün farklı olaylarla karşılaşabiliyor, algılarımız ve düşüncelerimiz günden güne değişiklik gösterebiliyor. Maalesef içinde bulunduğumuz pandemi süreci de hem sosyal hem ekonomik hem de kişisel hayatımızı derinden etkilemiş ve bundan sonrada etkilerini-izlerini sürdürmeye devam edecektir. Rabbim hepimizi ve müslüman alemini her türlü afetlerden ve salgınlardan muhafaza buyursun(amin).


      Pandemi süreci yazılı ve görsel medyada da geniş yer tuttu. Tv lerdeki programların gündem maddeleri aşı, maske mesafe vb konulara evrildi ve bununla birlikte bazıları işinin uzmanı ancak çoğu "her işin uzmanı"! olmuş olan insanlar hayatımızda daha fazla yer kaplamaya başladı. Buralardan çıkan ve uyuşuk dimağlarda ilim süzgecinden geçirilmeyen "sözde bilgi" düşüncelerin ve algıların hammaddesi oldu ve işlenmeden kelimelere döküldü. "Bence"ler ve "Sence"ler tartışma programlarında ve sosyal medyada birbirleriyle kıyasıya yarıştı.

İlk önce yarasalar hızlı bir giris yaptı, pazarda görüldü sonra çorba tabağına girdi. Pişman olduydu amma artık insan eline düşüvermişti. Devamında;
• hasta olan insanların sokakta düşüp öldüğü, hastanelerin yetersiz kaldığı, toplu mezarların açıldığı, zorla insanların evlerine hapsedildiği haberleri herkes tarafından görüldüğü emin olasıya dek yayınların ana gündem maddesi oldu. Sonrasında birbirini desteklemeyen çelişkili açıklamalar, ilaçlar- yöntemler konusunda belirsizlik ve değişiklikler ile gündem sürekli değiştirilirken aşı ile pandeminin biteceğini inanan ve aşının bir an önce çıkmasını bekler hale gelen kitleler aslında ilk aşılarını çoktan olmuştu bile. Evet bu aşının türkçe ismi de KorkuVac idi.

        İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü'minlerseniz, Benden korkun.(Al-i İmran Suresi, 175)

Bundan sonra işler daha basit hale gelmişti. Daha önceden yaptıklarımızı yapmamakta veya yapmadıklarımızı yapmakta pek fazla güçlük çekmiyorduk. Her akşam yayınlanan istatistiklerle de pandemi- tv,sosyal medya bağlantımızın durumu kontrol edilmeye devam ediyor, verilen tabloda ölüm - vaka oranları, hesaplamalar, yüzdelik dilimlerle ne zaman hasta olacağımızı hatta ölme ihtimalimizi istatistiksel olarak hesaplamaya başladık. Bu yazının yazıldığı tarihlerde muhacir nüfüsunu da hesaba katarak yaklaşık 90 milyonda yaklaşık 2 senede her 15 kisiden 1 kisi hasta olduğu ve her 120 hastadan bir kişi vefat ettiği görülmüş verilen bilgiler doğrultusunda.(diğer bir deyişle yaklaşık 2 bin kişiden 15 i hasta olmuş 1 kişi vefat etmiş)

      Ben burada bahsi biraz değistirmek ve asıl anlatmak istediğim şeyi öncesinde bir örnek vererek anlatmak istiyorum;

Bir zaman Allah rahmet etsin mühim bir zat kayığa binmekten korkuyordu. Onunla beraber bir akşam vakti İstanbul’dan Köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyüb’e gitmeye mecburuz. Israr ettim.

Dedi: “Korkuyorum; belki batacağız.”
Ona dedim: “Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?”
Dedi: “Belki bin var.”
Dedim: “Senede kaç kayık gark olur?”
Dedi: “Bir iki tane. Bazı sene de hiç batmaz.”
Dedim: “Sene kaç gündür?”
Dedi: “Üç yüz altmış gündür.”

Dedim: “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden birtek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan, insan değil, hayvan da olamaz.”

Hem ona dedim: “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?”
Dedi: “Ben ihtiyarım. Belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır.”

Dedim: “Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var. Öyle ise, üç bin altı yüz günde hergün vefatın muhtemel. İşte, kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil, belki üç binden bir ihtimalle bugün ölümün muhtemeldir. Titre ve ağla!

Pandemi sürecinde de bizim korku hissimizden faydalanan zalimleri görmek ve tanımak üzerimize vazifedir. Tabi ki kurallara uymak vatandaşlık borcumuz tedbirimizi almak ilahi bir nasihatımızdır.

Ey iman edenler, tedbirinizi alın..( Nisa süresi, 71)

Ancak gereğinden fazla korku düşünme yetimizi elimizden alır. Akıl dini islamın bize emrettiği gibi okuyacaz hak konuşup hakkı savunacağız. Binler ihtimalde bir ölümden korkup yaşantımızda büyük değişiklikler yapabiliyorsak her an ölme ihtimalimizi unutmayacaz.
Rabbim hepimize mağfiret etsin.

KİMİN MECNUNUYUZ ?



  İnsan... Dünya'ya karşı yorgun, zamana karşı yorgun, emir ve yasaklara her zaman yorgun olup zevke, arzuya ve genel itibariyle nefsin istek ve arzularına karşı asla yorulmayan mahluktur. Sabah 9'da kalkıp, akşam 18'e kadar durmadan çalışan, yılın 365 gününde 15 gün izin yapıp, yaptığı işten başka meziyeti olmayan, bir gönle girmemiş, yüzü asık, boynu kravatlı ve örneklemeleri asla bitmeyecek olan kişi midir insan?

   İnsanın tanımı her ne olursa olsun, başına gelecek mutlak şey bir gün İstanbul'da bir vapurun sesine denk gelebilir, bir kadının kahkahalarına karışabilir, bir doğumun sevincine yapışabilir ve bir ansızlığın içerisinde sonsuza dek genişletilip bizi karşılayabilir. Evet o mutlak şey ölümdür. Herhangi bir insan Dünya'nın herhangi bir yerinde farklı duyguları yaşarken, sen ölüm döşeğinde olabilirsin veya sen günahkar gözlerini haram batağında tuttuğun anlarda yüzlerce can derin bir aahhh ile ölümün kucağında yatıyor olabilir. İşte insan budur. Kısacası ''acz''... Acz içinde olduğunu bilen ancak insan olmaya, insan doğup kalmaya ve insan olarak ölmeye muktedir olabiliyor. Acz duygusundan yoksun, adeta (haşa) Allah'a kafa tutarcasına bir hayat yaşamak insanlık değil aptallık, cesaret değil korkaklık oluyor.

     Kendimizi çoğu zaman işimize gelen terazilerde tartsakta o dilimli yuvarlakta hep aynı akıyor zaman. Ama biz 'acz' ler akrebinde yelkovanında arkasındaymışız gibi hareket ediyoruz. Öyle aceleci ve öyle telaşlıyız ki hiçbir şeye yetişemiyoruz. Halbuki atsak kendimizi akrep ile yelkovan önüne, akışına bıraksak zamanı, biraz da rahat bıraksak ne güzel olacak. İstesekte, istemesekte, ittirsekte, durdurmaya çalışsakta mutlak bir suretle aynı akıyorsa zaman, yapmamız gereken tek şey onu bereketlendirmek olacaktır. Masivâdan, malâyaniden uzaklaşmaya başladığımız anda ve buna ek olarak nefsin arzu isteklerinin hep tersi istikamette gidecek olursak göreceğiz ki ister akrep ve yelkovanın önünde, ister arkasında, istersek üzerinde, hatta ve hatta saatin dahi dışında, yani nerede olursak olalım bizim için değişen bir şey olmayacaktır. Bu zamanda, bu zamanı yaşamadığımız an inanın ki bunların bir önemi kalmayacaktır.

    Neden geldik bu Dünya'ya? Yiyip tüketmeye mi, giyip eskitmeye mi, gezip eğlenmeye mi? Ömür bir sermayedir ve her canlıya topluca verilir, sürelidir. Yiyip tüketmeyi hayvanlarda yapar, gezip gezip uyumayı köpekler de... Neden geldik bu Dünya'ya?

İnsan yaratıldığı günden yaşadığı ana dek sürekli an be an hicret halindedir. Dünya'da bir hicret yurdudur. Kimi insan kalpten kalbe yapar hicretini, kimi varlık ile yokluk arasında hicrettedir devamlı. İhanet ile sadakatte bir hicrettir. Ahde vefamız kimedir peki, hicretimiz kime? Ümmü Kays'a mı yoksa Medineyi Münevvere'ye mi? Elbette kimin mecnunuysan hicretinde ona olacaktır. Kimin mecnunuyuz?
 







SEMBOL VE AYNA OLARAK ‘BİZ’


‘Biz nasıl ayna ve sembolüz ki?’ diyebilirsiniz. Ama her insan bir kişiyi ve bir şeyleri temsil eder. Misal olarak ''Aslan yattığı yerden belli olur'' sözü. İşte burada bile bir sembol olduğumuz apaçık bir şekilde ortada. Peki ya nasıl aynayız? Ayna olmamız, başkalarını etkilemek ve onlara örnek olmamızdır. Örnek olarak, aile büyüklerinden bir kişi çocuğun aynasıdır. ''Ağaç yaş iken eğilir'' dedikleri de işte tam olarak budur. İşte biz bu gençlik ağacına iyi birer ayna olursak ve ağacın doğru, düzgün eğilimini engelleyecek kötü yönde bir müdahale olmazsa (ki bunun en büyük etkeni kötü arkadaştır) bu ağaç doğru yoldan gidebilir. Ama ağacı yanlış tarafa meyil ettirirsek, ağacın meyil ettiği yanlış taraftan kesecek ve onu doğruya iletecek insanlar yok ise, o ağaç yaşlanır ve doğaya oksijen değil karbonmonoksit yayar.

 Peki ya burada anlatılmak istenen nedir? Bizleri doğruya ileten doğru aynalar olursa, bizi temsil eden sembolümüz bir aslan olur. Şimdi ki gençlik bir ‘’aslan’’ değil. Bu durumu düzeltmenin yolu ise saygı. Ve bir demircinin demiri dövdüğü gibi, bizim de bu gençliği doğru yola dövmemiz, kötü düşüncelerden kurtarmamız ve aslan gibi yaşamamızdır. Herkes üstüne düşen vazifeyi yapar ise, aslanın yattığı yere kimse laf edemeyecek olur. Bu sebepten ötürü, doğru bir ayna olmaya gayret edelim ki sembolümüz ve neslimizin devamı olan bu gençlik, aslan olsun. Biliyoruz ki bu ölümlü dünyadan sonra ahiret var, o yüzden ‘Müslümanca yaşamalıyız’. Yoksa elden giden gençliği toparlayamayabiliriz. Ahiret için değil, Allah'ın rızası için, Peygamber Efendimiz ‘in (s.a.v.) sünnetine uygun ve onun yaşadığı doğru hayatı kendimize ayna olarak görmeliyiz ve bunun için yaşamalıyız. Doğruyu kimden öğreneceğimizi iyi bilmekiyiz. Yoksa eski nesiller gibi, diri diri kızları gömer, insanlığa yapılan zulme sadece kınamayla cevap verir, medeniyet sandığımız, adeta ağzımıza verilmiş  ballı emziği gerçek doyurucu süt sanarız. Biz ayna olamayız çünkü gerçek medeyet olan Müslümanlığı bozmaya çalışan barbar uygarlar ( nedenler) var. Bu zihniyeti bize doğru gösteren, bizi bu yola ve kötülüğe sürüklemek isteyenlerin zihniyetlerine medeniyetin ne olduğunu, işgal değil imar ederek cevap vermeliyiz.

Örnek olarak 15 Temmuz'u ele alabiliriz. Ak ile karayı ayırt edemediğimiz ve pis zihniyetli kişilerin içimize girdiği zamanlarda, bizleri, bizimle bitirmeyi kafaya koymuşlardı. Ama biz bu Vatan ve Dinimizde gözü olanlardan, onlar gitse bile onlardan kalan zihniyetlerden kurtulamadık! Ve bu arındırma; aslan gibi bir demirci olursak, cahillerden ve pis düşüncelerden kurtulabilirsek olacaktır. O zihniyetlere kanmadığımızda doğru bir hayat yaşarız. Bu zihniyet hep vardı ve olmaya da devam edecek. Ama kıyamet gününde her şey sona erecek ve herkes bir tarafa kaçışacak. Biz onlar gibi olmayıp, doğru bir hayat yaşayabilirsek, o büyük günde başımız dik olarak durabiliriz. İnşAllah Fatih Sultan Mehmet Han'ın İstanbul’ u Feth ettiği gibi, biz de ‘aslımızı’ feth edip ona dönebiliriz. Tabi ki Abdulhamid Han Hazretlerini tahttan indiren, Onunun merhametini kullanan pis zihniyetli kişilere kanmazsak. Allah yar ve yardımcımız olsun. 

Ağlamaklı bir haledeyim



Yeni doğmuş bir bebek gibi ağlardım. Hayat ağlayarak başladı. Öylede bitecekti. Kirpiklerim de görüşümü kısıtlayan damlalar öyle zor geliyor ki etrafıma bakmak yalnızca akan gözyaşlarıma bakarak yetinebiliyorum. Ne kulaklarımla duyduğum seslere ne gözlerimle gördüğüm şeylere itimat edebiliyorum. Kesin hüküm vermilmişti diye aklımdan düşünceler geçiyor. Hala hözlerimden akan gözyaşlarını izliyor. Kulağıma gelen sesleri dinlemeye çalışıyordum ne gördüklerim nede duyduklarım hiçbir şey hissettirmiyordum. Peki nasıl bana bahşedilen bakabildiğim ama göremediğim gözlerime ve duyabildiğim ama dinleyemediğim kulaklarıma inanmayıp yalnızca üzüntüyle dolu olan aklıma güvenebilirdim. Ayağa kalkmak ne kelime gözümü bile zor kırpıyordum. Üzüntünün içimde kapladığı alanı düşünmek bile halimi anlamak için yeterliydi. Buna göz yummuştum bir kere, kabullenmiştim başıma gelenler daha başlamadan önce. Dur diyecek ne bir ailem ne bir dostum nede durmamı sağlayacak değer verdiğim biri vardı. En çok da ona ihtiyacım vardı. Gözümle gördüğümde sevinebileceğim, kulağımla onu duyduğumda kendimi ağlayan bir hal yerine mutlu bir halde bulabileceğim. Değer verdiğim bir kimse hatta bir şeye ihitiyacım vardı. Sanırım o halimde aklıma gelen en iyi düşünce,hatta tek iyi düşünce buydu. Yalnızca buna güvenebilirdim güvenmek istiyordum, doğrulmak istiyordum, başımı kaldırmak, etrafıma bakmak ve sesleri duymak istiyordum. Hüznün kapladığı yer onu engelliyor, Yapmak istediklerimi yapamıyordum. Hüznümün engelliyemedği tek şey gözüme ilişen bir kitaptı. Kitabı elime aldım, başlığında ''Kuran-ı Kerim ve Meal'' İ yazıyordu. Daha önce hiç görmediğim bir kıtaptı bu. Açtım, bilmediğim bir dilde yazı ve altında okuyabileceğim bir kısım, okudum ve gerçekten rahatlatıyordu ama bir kaç eksiklik vardı, anlayamadığım bazı şeyler yinede sadece mealini okumak bile içimdeki hüznü alıyordu. Böyle bir kitabı daha önce hiç görmemiştim, Ama bir şeyden emindim. Değer vermem gereken şeyi onun içinde bulmuştum. Beni kimin düzelteceğinide biliyordum ''Allah'a İman Ettim Ona Dua Ettim.''

AHMAKTIR İNSAN

    


  Açıklamama müsaade edersen insan ahmaktır diyeceğim... x kuşağı, y kuşağı, z kuşağı ne geldiyse kuşak kuşak ahmaktır hemde! Babamın babası demiş ki; ''Bir çocuk bize dese ki; şu delikte yılan vardır. Hemen korkar elimizi oraya sokmayız fakat 124.000 Peygamber bize cehennem var, sakın günah işlemeyin diye aynı uyarıda bulundukları halde biz yine korkmadan günah işlemeye devam ederiz'' İşte insan belki de bu yüzden ahmaktır. 

     Kendi kurşunumuzla kendi bacağımıza sıkıyoruz her zaman. Öyle bir kuyu ki bu, kendi ipimizi kendimize sarkıtmaya çalışıyoruz sürekli. Belki de ahirette canımızı en çok yakacak konulardan biridir namaz. Gaflet denen beter mi beter o uykunun çoğu zaman galip geldiği, zor bela uyandığımızda belki pijamalarla huzura durduğumuz, onu eda etmenin bazen Allah rızası için yapıyor olmanın dahi önüne geçtiği emir... Emredenin adıyla başlayan cümleler devamını getiremiyor gönlümüzde çünkü aşık değil ahmaktır insan. 

   Allah rızası kelimesini çok hafife alıyoruz mesela. Kâinatta canlı cansız tüm varlıklardan daha değerli olması gereken, işin incesini yakalayanların tek gayesi, bizim Yunus'a cenneti dahi birkaç köşk birkaç huri diye tasvir ettiren, aslında ona ulaşmanın diğer tüm noksanları tamam edeceği bir söz ''Allah rızası''. Varı yoğu değil canımızı dahi nefes alışımız gibi veririz dediğimiz ama canını istemiyoruz kardeşim 5 vakti kıl dendiğinde çark ettiğimiz söz.. Çoğu zaman kendimize yalancı çıkışımızın en büyük kanıtıdır bir şeyi Allah rızası için yapıyorum demek.

   Bazen ateşli bir boğmacanın sıktığı gibi sıkıyor ya sıkıntılarımız, hani yastıkla yüzümüze bastırıyor ya dertleri hayat, buna rağmen Dünya denen melunda nefes alıyor olmamız, O'ndan(c.c.) haberdar oluşumuzdandır. Vallahi bu Dünya çekilmez olurdu, kağıtları yırtar gibi yırtardık sineleri, kafamızı başka birinin kafasına vurarak parçalardık bağıra bağıra eğer O'ndan bir cüz olmasaydı. Oksijen ne ki, gökyüzü ne, toprağı ekmek neden, gülmek, ağlamak, nefes almak, yürümek, evlenmek, sevmek, aşık olmak, yazmak ve yaşamak ne? O'nun rızası olmayınca... 

     Gökyüzüne bakıp haykırmaya henüz 3 saat var, insan ahmaktır dememin üzerinden ise dakikalar geçti. Ömrümüzün bitmesine bilmem ki kaç sene var? Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanın verdiği ızdırabı yarın ölecekmiş gibi yaşamamızın verdiği sekinet bastırıyor. Hiç ölmeyecek gibi yaşayıp, yarın ölecekmiş gibi tüketiyoruz zamanı. İnsan neden ızdırap çeksin ki bile bile? Çünkü ahmaktır. Bugün Allah için ne yaptından ziyade bugün neyi Allah için yapmadın hitabetiyle seslenmedikçe kalbine ahmaktır. Söz uzar, uzadıkça yorulur insan çünkü nasihatı sevmez ahmak... İnsan ahmaktır, nefs ahmaktır vesselam... ''İllellezine amenu ve amilus salihati ve tevasav bil hakkı ve tevasav bis sabr''


NE YAPIYORUZ?


 Hayatımızın monotonluğundan; çok sıkıldık, çok yorulduk, çok üzüldük, çok bekledik, çok düşündük, çok sitem ettik, çok sorguladık. Sonuç? Monotonluk her yerde; nereye gidersek gidelim, ne yaparsak yapalım, kiminle beraber olursak olalım en sonunda ona da alışıyoruz. Tamam, belki nispeten saydıklarımızdan bazıları sıradanlık hissettirmeyebilir. Ama şu hayatta ne varsa hepsi fani, yani mecaz. Mecaz olduğundan dolayı da bizi tam olarak tatmin etmesi imkânsız.

Peki, yaptıklarımızın sonucu bizi tatmin etmeyecek diye hiçbir şey yapmayacak mıyız? Hayır. Bu monotonluğu elimizden geldiğince asgari miktara indirmeye çalışacağız. Nerede olursak olalım, her zaman bizi mecazdan uzaklaştıracak bir meşgalemizin olması lazım. Meşgalelerimiz çoğaldıkça üzerimizde olan sıkıntı, üzüntü, bekleyiş, düşünce bunalımı, sitemler yavaşça azalacaktır. Tabi ki tamamen bitmeyecek, ama bizi biraz daha rahatlatacaktır.

Herkes kendine göre bir meşgale seçebilir. Mesela bunlar arasında; bir görüş hakkında veya mutlak olarak yazı yazmak, dünyadan ve tahrip edilmek istenen cennet ülkemizden haberdar olmak, ön yargılı düşünceden kurtulmak, öz eleştiride bulunmak, empati kurmak, başkalarını düşünmek, ciddiyet ve anlayış sahibi olmaya çalışmak ve en önemlisi yaşama amacını bulmaya çalışmak vb. olabilir.

Bu değişiklikleri uyguladığımız takdirde; öncelikle kendi zatımda ve toplum olarak hepimizde çarpıcı şekilde tesir edeceğini, dertlerimizi, sıkıntılarımızı, yorgunluklarımızı daha ciddi meselelere yönelteceğini ve daha anlamlı bir hayata kapı aralayacağını umuyorum.

Bilelim ki: insan alışmayadursun, herşey normalleşir.

Necip Fazıl üstadın bir şiiriyle bitiriyorum:

"Tohum çatlar da bilmem, kafa nasıl çatlamaz?

Yeni odur ki, solmaz, pörsümez, bayatlamaz."

Allah (c.c) hepimizi eskimeyen, alışılamayan O' nu aramaktan ayırmasın.

Amin.


BENİ YAZ ÖYLESİNE


   Geceler gündüzlere teslim eder mesaisini yüreğimde çünkü islamda gece öncedir, kadın kıymetli. Uzaklardan yaklaşır yaklaşmakta olan ölüm ansızın ve sizi yapayalnız bırakır sevdikleriniz birden, tüm ışıklar söner gönül aynasında bir bir...

   Yıldızlarda olmasa gecenin kör karanlığında kalacağız bu çağda, kör karanlık diyorum çünkü kör karanlık bu çağ da, vakitte epey olmuştu aslında tam ümmetin haline ağlamalık zaman, tam ağlayamayışımıza ağlamalık belki de... Kalbime teşekkür ediyorum, kısa bir zaman sohbet imkânı için. Biraz gençlikten konuşuruz, biraz ümmetten ve biraz biraz dava... İçime sızıyor hüzün denen zehir, konuştukça artıyor işte artıyor... Konuştukça everestin eteğinde süzülen kartal heyecanı, konuştukça içimi sıkan bir timsah gözyaşı, konuştukça davaya olan yalancı samimiyetim biraz...

    Hiç böyle düşünmemiştim; zamanın aleyhimde tükendiği anlarda bile. Tenim kırışıyor, belim bükülüyor ve saçlarımın son kışı geliyor 50 yıllık baharının ardından. Genelde kışlar baharlardan daha kısa oluyor ömürde, yaklaşmakta olanı daha bir hissediyor insan yolun ortasına geldiğinde fakat ılık bir bahar esintisiyle mi yoksa şiddetli bir fırtana ile mı gideceğimizi kestiremiyorum. Kestiremiyorum dediğime bakmayın siz "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle diriltilirsiniz" hadis-i şerifi gün gibi ortadadır da şu hayvan dediğim nefse kabul ettirmesi çetrefilli... İnkâr etmek kabul etmekten daha kolay geliyor hayvana, ben inanmam diyor; sanırsın ki inkâr  edenin mesuliyeti kalkıyor...

   Mesuliyetimiz kalkmıyor elbet güneş gibi ortada ama batmıyor. Böylesine güzel Rabb'be böylesine kötü kulluk yapışıma yanıyorum işte gecenin dört çeyreğinde, yanıyorum dediğime de bakmayın yalancının tekiyim ben, bir sağa bir sola dönüyorum, birkaç tur sonrası uyku narkozu... Allah gaflet uykularına yatırmasın, amin... 



KELİMEDEN İBARET!


 

Onlarca derdimiz, sıkıntımız var. Hayat gayelerimizin çoğu bu sıkıntıları çözmek için kurulmuş. Hedeflerimiz hep bunlardan kurtulmaya yönelik. Çalışıyor, çabalıyoruz kurtulmak için. Kimisi şahsî bu problemlerin, kimisi eş, dost, akraba... Peki pas geçtiğimiz büyük bir nokta yok mu? Dünyanın dört bir yanında zulüm gören müslümanlar... Dertlerimizi gidip anlatsak acı bir tebessüm atacak o hakiki dert sahipleri... Onların derdiyle dertlenmemiz, acılarıyla ağlamamız gerekmiyor mu? 


Sorsak hepimizin ortak derdi bu; İslam alemi. Hepimiz üzülüyoruz onlara, televizyonda, orda-burda gördükçe içimiz burkuluyor. Kısaca dert ediniyoruz değil mi? Değil! Değil işte. Kendimizi kandırmayalım. Biraz nefsimizi gözden geçirelim. Yahu dostum, dert şahsî derdimiz olunca biz bu derdin dermanını hayat gayesi edinmiyor muyuz? Hiç yoktan çabalamıyor muyuz? Dert dediğin de bu değil mi zaten. Ama iş haksız yere zulüm gören müslümanlara gelince ne bir iş, ne bir çaba. Tek bildiğimiz hayıflanmak, konuşmak... Aaa şu twit atan süper kahramanlarımızı unutmayalım. Bir de o var. Ülkece buyuz işte, amirinden memuruna buyuz; kelimeden ibaret.


Yahu ben öğrenciyim, memurum, market çalışanıyım vs. ne yapabilirim ki Kudüs'te zulüm gören o müslümanlar için? Suriye'de ağlayan o anneler için elimden ne gelir? Öyle lafı uzatmayacağım, Hz. Ali'den (r.a.) gelen rivayete göre Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) şöyle buyurdu: "Dua, müminin silahı, dinin direği, göklerin ve yerin nurudur." (Hakim, Müstedrek, I/492)

HÜZÜN İÇİMİZDE


   Zaman mefhumu birden değerini yitiriyor gözümde, güzel bile vaktinde güzel diyor bir iç ses ve kabaran bir boğmaca gibi dağlıyor kulaklarımı; Ben ise en sessiz halimle haykırıyorum vadesi dolan geceye "sabah böyle olmamalıydı!!" Nefs denen itin iti gibi tasmalı bir zincirle, çekerken beni malayâniden malayâniye çok besledik bu iti diye düşünüp duruyorum yıllardır... 

   "Bu ben değilim" diye başlıyorum söze, günahın her kucağından kalkışımda. Sen böyle olmamalıydın diyen bir yakarış tecavüzü çırpınıyor göğüs kafesimde. Sözü çabuk unuttuk kâlu belâdan bu yana, 31 yıl geçmiş dün gibi adeta. Kor alevi dudaklarımda söyleyemeden eriyen bir buz olsaydı yalan, şu kemiği olmayanı bir tutabilseydim yuvasında belki de bu kadar ölü eti yemezdik kardeşlerimizin. Aaah ben... aaah benlik...

   Şu benlik sevdasından vazgeçemedim yıllardır, bir niyet etmişim ki saklıyorum asırlardır, gerdanımın hizasından kollarım koparcasına geriyorum yayımı, benliğimi bir çırpıda fırlatasım geliyor arşa çünkü babamın suretini göremiyorum günlerdir, haramzâde gözlerime mil çeker gibi çekiyorum sürmeyi çünkü babamın suretini göremiyorum günleridir; Bu senin tercihindi diyor hayvan, çok besledik bunu çok...

   Yıllardır her saniye iki seçenek arasında kalıyorum, şu kalbi bağlayamadık daha... O da haklı tabi şamar oğlana döndü bir karanlık bir aydınlık, gel diyorsun gelmiyor artık, üzerinde değirmen bir dönüyor bir duruyor, tahriş oldu yıllardır...

   Bakışlarımın çaresizliğinden yakınıyor dünya, kuşanmışım günah paçavralarını üzerime ve dalmışım güller ormanına edepsizce, birkaç fidanı kurutmuş baltamızın parlaklığı. Suretimi göstermekten aynalarda bıkmış. Ben dahi doya doya bakamıyorum şimdilerde; O olsaydım şayet, O olabilseydim eğer o zaman aynalar sırdaşım olurdu şu kokuşmuş çağda bile...

   İnsan nisyandır arasındaki ilişkiden nisyanın 40'ta 40 ını almışım ben, hiç zekat bırakmamışım dünyaya. Düşümde O'nun dizlerinin dibinde bir ömür kurarken, yaşantımda delicesine kaçmışım O'ndan. Korku ile ümit arasında kalmışım senelerdir. Bir tövbeye bağlamışım umudumu...


TUTSAK


 Bir harfle ayrılıyor kara cinnet, ak cennet

" İyi ve fena budur!" İşte apaçık ve net!

Boğuluyor bir insan, benim eller ve gırtlak

Sadece bir dost lazım, bir dost, yalın ve çıplak

Beni anlasın. Beni... Ağlamasın, gülmesin,

Bana bulutları ve yağmurları söylesin.

Aynalar belki tahta; belki altın; belki tunç,

Ve yalancı aynalar, öz suretimden korkunç.

Sessizlik susturamaz düşüncenin sesini,

Hangi ayna koparmış zamanın kellesini?

Kelime, hiç kelime bir lazfı aksediyor,

Oysa içimde bilse ne mana raksediyor,

Bilip onu elde mi delirip çıldırmamak?

Beter! Öleceğim bile-bile yaşamak.

Aklı tutan kelepçe, var mı fikrin perdesi?

Bir fikir ki; tutuşmuş! Tâ cehennem ötesi.

Madenimin içinde yanıyor cayır cayır,

Ölümü durdurmaya hangi bilek dayanır?


HASRET - İ VUSLAT


Manası neydi? Veya var mıydı acaba

Hızla akıp giden zamanın.. 

Evvelini bilmediğim , ahirini göremediğim

"Az sonra " nın  "Az önce" olduğu

Sadece ; evet sadece bir tek "an" var

İçinde olduğumu hissettiğim

...

Ziyan olurdu o an bile

Yazılmasaydı adın yedi kat göklerde

Duyulmasaydı kutlu çağrın asırlardan öte

Aldığım her nefes hava,

Dökülen gözyaşlarım ise su oldu

Ekilen hasret tohumlarına  gönül bahçemde

Lûtfeyle ! Bu aşığa vuslat gerek

Tiryakı yok bu derdin,

Sadece Sen gerek...

BİLME-BULMA-OLMA


 İnsan; evet ben de birçoğu gibi yazıma insan diyerek başlayacağım. Çünkü insan, tek başına varlığın sırrına haiz bir varlıktır. Yalnızca üzerine eğilip düşünülmesi, mütalaa edilmesi neticesinde birçok bilginin ve harikulade şeylerin zuhuratına vakıf olunabilecek bir varlıktır. İnsanı sair hayvanlardan ayırt edici bir hassasının olmasını akıl gerekli görüyor.

Aynı sair hayvanat gibi insan da yiyor, içiyor, uyuyor, yürüyor, çoğalıyor demek ki insanı insan yapan mümeyyiz özellik yemek yeme veya bir şeyler içme değilmiş. Evet, aslında yemek yerken hayvan gibi yememek insanın bir özelliğidir. Ancak asıl mümeyyiz özelliği, insanoğlunda bulunan nutkiyettir. Düşünebilme kabiliyeti. Düşünmek! Ama neyi, nasıl, her düşünen kişi insan olmuş demek midir? Elbette değil. Eğer kişi ulvi olana kafa yorar ve ilmini marifete çevirirse insan olma yolunda adımlar atmış sayılabilir. Fakat yapmış olduğu düşünme işlemi daha çok yemek, daha çok içecek ve daha çok mal mülk üzerine olursa, daha fazla malikiyet isterse; o zaman insan hayvandan daha aşağı bir seviyeye iner. Yani, hayvanata ait özelliklere kafa yorup bunları elde etmeye uğraşan, salt bir materyal zihniyet “esfelü’s-safilin “ve “bel hum edal” ayetlerinde belirtilen vasıflarla yüz yüze gelen kişidir.

 İnsanı insan yapan yapıcı ve mümeyyiz özellik aslında salt bir düşünce değildir. Aksine düşündüğü şeydir. Yani insana insan deyişimiz, mutlak varlığı düşünebilme akledebilme ( akledebilme özelliği kuranda kalbe verilmiş bir özelliktir. ) potansiyelidir. Bu potansiyel her kimde bil fiil hayata geçirilirse o kişi insan olma sınırını zorlayabilmiş demektir. Necip fazılın tabiriyle; cemadat, nebat olma sınırını zorlamış ve neticede bazı taşlar ancak bitkinin bazı özelliklerine sahip olmuştur. Bitkiler, hayvanat sınırını zorlamış neticede hurma gibi erkeği dişisinin üstüne binen bir bitki var olmuş. Hayvanat insan sınırını zorlamış ve neticede atlar gibi duygusallaşabilen ve maymunlar gibi insana çok yönden benzeyen hayvanlar var olmuştur. İnsan ise; Allah’ın CC. ahlakıyla ahlaklanma çabası içerisine girmelidir. Ve bu çabaya giren birçok insan gerçek insan olma sadedine ermiş hatta Allah’ın CC. ahlakıyla ahlaklanmıştır. Allah’ın bazı sıfatlarıyla vasıflanmış bir kişi haline gelmiştir.( ALLAH’a has vasıflar değil.). Allah’ın ahlakıyla ahlaklanan kişi hakiki halifedir. Eşya üzerine bazı muallak tasarrufa sahip olabilir. Aslında her insan eşya üzerine muallak bir tasarrufa sahiptir zaten. Benim demek istediğim aklın sınırını zorlayacak harikulakıl olaylara güç yetirebilir bir hal almadır. Mevzu elbette bu değildir. Lakin bu da doğru şeyi düşünebilmenin bir semeresidir. 

Ahlaklanma yolunun en başı bilmeyle başlar. Bilme işi de bir üstadın dudaklarından dökülen incileri elde etmekle hâsıl olabilir. 

Bilgi! Bilgi nedir? Bu soru bizden önceki hemen hemen her asırda sorulmuş ve tartışmalara, ötekileştirilmelere yol açmış bir sorudur. İmam maturidi gibi birçok kelam âlimi, filozof ve sair ilim erbapları bilginin yolları hakkında görüşlerini ortaya koymuşlardır. Elbette zahiri sınırlar içerisinde manaya önem veren mutasavvıflar da bilgi hakkında kendi öneri ve yorumlarını sunmuşlardır. 

Özellikle manevi ve zahiri ilimlerin en çok çakıştıkları bir konu haline gelen bilgiyi İmam Gazali hazretleri çok güzel özetlemiştir. Kelamcıların doyurucu olmayan delillerini yetersiz görmüş ve bilginin “üçün ondan büyük olduğunu bilmek kadar yakini olması gerektiğini” savunmuştur. Duyu organlarımızla hissettiğimiz mahsusatın yanıltıcı olabileceğini, yıldızlara gözün vermiş olduğu hükmü aklın inkâr etmesiyle ispat etmiştir. Çünkü akıl, gözün nokta kadar olduğuna hükmettiği yıldızların yaşadığımız gezegenden daha büyük bir cisim olduğunu bizlere öğretmiştir. Hatta bu bilgi şek götürmez (yakinî) bir hal almıştır. 

Aklın vermiş olduğu bazı hükümlerde tutarsız olma ihtimali vardır. Çünkü akıl sadece zahiri varlıkları anlayabilir bir potansiyele sahiptir. İnsanlık tarihinin başından beri harikulade olan olaylar aklı dumura uğratmıştır. Ve şimdiki zamanımızda da aklın metafiziksel konulardaki tutarsızlığını bizlere gösteren nebevi bir haslet canlıların tamamında mevcuttur. Ancak kimse bu konular üzerinde durup düşünmeye meyletmez. İmam Gazzali (k.s.) bu nebevi hasletin rüya olduğunu söylemiş ve aklın normalde rüyadayken görme koklama ve tatma gibi duyuların işlevsizliğine hükmettiğini belirtmiştir. Çünkü fonksiyonu iptal olmuş bir vücutta hissetme işlevinin de olmaması gerektiğini akıl iddia eder. Ancak rüya bunun aksini bizlere yaşatır. İmam Gazzali (k.s.)  buna ve bu gibi nebevi hasletlere dayanarak mana âlemine dair aklen yapılan yorumların tutarsızlığını ve şek götürür olduğunu savunmuştur. 

Peki, varlık hususunda gerçek bilgiyi, şek götürmez bilgiyi hangi yolla elde edebiliriz? Buna da imam gazzali cevap vermiş ve bildiğimiz aklın üstünde başka bir aklın varlığından söz etmiştir. Yani kalbin aklı, klasik tasavvuf kitaplarında ki ifadesiyle kalp gözü. ALLAH c.c. da akledebilme özelliğini kuranın her yerinde kalbe vermiştir. İbnu’l Arabi gibi birçok mutasavvıfta kalp aklıyla varlığın gerçek mi yoksa hayal mi olduğuna dair yorumlar yapmışlardır. İmam rabbani hazretleri de varlık hakkında farklı yorumlar yapmış ve vahdeti vücut anlayışını aşılması gereken bir mertebe olarak tanımlamıştır. Yani olmak için vahdeti vücudu geçmek gerekir. Vahdeti şuhudu aşmak gerekir ve en sonunda “abdiyyet” makamına erişmek gerekir.” Abdiyyet” kulluk makamı. ALLAH ile eşyayı bir birinden ayırt edebilme. Velhasıl bilme yolculuğu tezkiyeyle bulmaya ve bulma yolculuğu da daha fazla gayret ve taleple olamaya götürür. Bu yolların usulünü de tasavvuf kitapları gerektiği şekilde beyan etmiştir. 

İnsan olmak, ölmeden önce ölmek, gerçek varlığı anlamak, var ile yokun arasındaki ilişkiyi anlayabilmek, bu ancak tatmakla mümkün olabilir.

Vel-Leyl


 “Karanlığı ile bürüdüğü zaman geceye,
Aydınlandığı zaman gündüze,
Erkeği ve dişiyi yaratana yemin olsun ki...


Leyl Suresi’nin ilk üç ayetinde böyle yemin ediyor Yüce Allah. Geceye ve gündüze... Erkeğe ve dişiye... Kâinattaki iki zıt olaya, tasarrufu yalnız kendinde
olan iki olaya... Yüce Allah kâinattaki ve insanlardaki bu karşılıklı simetrik gerçeklerin ve durumun üstüne yemin ederek insanların çalışmasının ve gittikleri yolların çeşitli olduğunu belirtmektedir. Dolayısı ile alacakları karşılığın da çeşitli olacağını ifade etmektedir.Tasdik edip iman edenle, yalanlayıp itaat etmekten yüz çeviren aynı değildir. Her birinin bir yolu, bir akıbeti ve kendine uygun bir cezası vardır. Zaten başka bir ayette ;

“Kim zerre kadar kötülük ederse karşılığınıgörecek, yine her kim zerre kadar hayır işlerse karşılığını alacak.”

diye uyarmıyor mu?

      Ben burada sureye de isim olan “leyl” kelimesi üzerinden yola çıkarak asıl maksadımı ifade etmeye çalışacağım. Bir zamanlar beğenip ezberlediğim bir
beyit paylaşmak istiyorum. Ne kadar muvaffak olacağım okuyucuların hüsn-ü zanlarıyla alakadardır. Çünkü büyük şair Mehmet Akif’in dediği gibi;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü ne sanatkârım...
Bilindiği gibi leyl gece, karanlık manalarını ihtiva etmektedir. Günümüzde pek kullanılmayan, anlamı  git gide unutulan bu kelime divan şairlerimiz tarafından sıkça kullanılmaktaydı. Kays’ı “mecnun” eden bu kelime bakın şair tarafından nasıl ustalıkla dile getirilmiş;

“Mecnun ile bir aşk mektebi içre okurduk
Ben Mushaf’ı hatmettim o Vel-leyli’de kaldı”

“Aşk mektebinde Mecnun ile sıra arkadaşı olmuş
birlikte okuyorduk. Eğitimin sonunda ben Mushaf’ı
(Kur’an’ı) hatmettim, ama o Leyl suresinden öteye
geçemedi; orada takılıp kaldı!..”

Zavallı Mecnun, belli ki ezber sırası Leyl (Gece) suresine gelince Leyla’yı hatırlamış ve bir daha aklını toparlayıp ezberini tamamlayamamış. Şair de âşıklığıyla
ün salmış Mecnun’la kendisini kıyas ediyor ve kendisinin ondan daha büyük âşık olduğunu söylüyor. Çünkü Kur’an’da geçen 114 sureyi kendisi ezberlemiş
ancak Mecnun Leyl’de takılı kalmış. Burada ondan daha çalışkan istekli bir talebe olduğunu söylüyor. Bir başka açıdan bakacak olursak; aşk mektebinde okurlarken Mecnun’un kendisini fani sevgiliye adadığını, hakiki sevgiliyi bulamadığını dile getiriyor. Çünkü en
büyük aşk ilahi aşktır. İşte bu yüzden de Vel-Leyl’de kalmış derken fani aşkı baki bir aşka tercih ettiğini söylüyor ve fani sevgilisi olan Leyla’da kalmış demeye getiriyor. Beytin bir başka anlamında ise şair bu sefer Mecnun’u adeta ayıplıyor. Çünkü Mushaf aydınlık demektir, yol gösterici ışık demektir, onsuz insan karanlıktadır. Kendisi Mushaf’ı hatmederek aslında doğru yolu, baki sevgiliyi bulduğunu, yolunu
O’nunla aydınlattığını belirtiyor ancak Mecnun bunu yapamamış, kendisini Leyla’da unutmuş, yani karanlıkta kalmıştır...

Yeter ki okunup idrak edilsin, gayesi bilinsin. Tek gaye O’nu hoşnut edebilmek değil midir? Allah, Leyl suresinin
son ayetinde kendisini hoşnut edenlere vereceği mükâfatı da söylüyor;

“Elbette kendisi de hoşnut olacaktır.”

Bu ne büyük bir mükâfat ve ne büyük bir nimet! Dininden hoşnut olacak, Rabbinden hoşnut olacak...Kaderinden hoşnut olacak... Nasibinden hoşnut ola-
cak... Sıkıntıda ve rahatlıkta bulduğu şeylerden hoşnut olacak. Zenginlikten ve fakirlikten, kolaylıktan
ve zorluktan, bolluktan ve darlıktan hoşnut olacaktır. Hoşnut olacak, endişeye kapılmayacaktır; sıkılmayacak, acele etmeyecek; omuzladığı yükü ağır görme-
yecek, hedefi uzak görmeyecektir. Kuşkusuz bu hoşnutluk her mükâfattan daha büyük olan en büyük mükâfattır. Bu mükâfatı ancak Allah verir. Kendisine candan ve samimi olan, kendisinden başka hiçbir kimseyi görmeyen kalplere oluk oluk akıttığı bir mükâfattır bu. 

"Elbette kendisi de hoşnut olacaktır."

 Hoşnut olacaktır, çünkü bedelini
 vermiştir. Vereceğini vermiştir.
Rabbim bütün inananları kendisinden hoşnut etsin!!

ARKA BAHÇEM


Küçüktük, ellerimizden kayıp gitmişti zaman,  büyüyünce anlıyor insan, orta yaşa gelince daha bir hüzünlü oluyor sanki. Bir el serpiştiriyor hüzün zerreciklerini başımızdan aşağı. Hareket ettikçe uçuşan zerrecikler gidip konuveriyor bir başkasının üzerine.

     Ağır bir imtihandan geçtiklerini bilerek yaşayanların aksine her şey sabırsız şimdilerde. İnsanlar sabırsız, vasıtalar sabırsız, binalar ve duygular sabırsız, her şey sanki kendi sonuna bir an önce ulaşmak istiyor gibi çatlarcasına koşuyor sonuna doğru. Hayat yolunda hızla geçerken atladığı anıları, acıları ve hayata dair her şeyi de ağır ağır yaşadığı bir ölüm anında hatırlıyor belki de insan.

    Biz kısa yolculuklar yapanlar için çok uzun geliyor bazen hayat, bazen de bir an... Can kuşumuz uçacak gibi pür dikkat dinlediğimiz imam efendinin okuduğu sela, uzaklaştırıyor sevdiklerimizi bizden. Gülüşler acı, bakışlar yorgun ve gönül terazimizde bulunan manevi ağırlığı bir soruyla kaldırıp atıveriyoruz küfeye "nasıl bilirdiniz?"

    İşte bak bir önceki paragrafta bitti hayat. Taptaze umutlarla yeşerttiğimiz cesaretimizi kaç kez daha korkak gibi köşeyi dönmeden koyacağız cebimize, kaç kez hayatı 12 den vuramama korkusuyla geçeceğiz atış poligonunun önünden, kaç kez daha arka bahçemize atacağız ertelenen umutları? Deneseydik şu canına yandığımın dünyasında bir atışı belki böylesine kurumaya yüz tutmuş umutlar ekmezdik arka bahçemize.

   Planlar, şımarıklıklar, ihtiyaçlar; sınırsız olan istekler burada yarıda kalıyor her zaman. Ebediyyen bir hayat başlıyor bu oyunlar sonrası ve bir anda korkuların ardına saklanıveriyor samimi gülüşler, dünyada yapamadığım havf ve reca sıratının üzerinde sendeliyorum bir mağfir ve yüzlerde acı bir tebessüm yüzde doksanının. İnsanların soğuk bakışları yakıyor yüzümün değen kısımlarını, kışın yalancı kış güneşi gibi üşütüyor bedenimi.

    Sana söz; inşaallah bahar gelecek, yağmuru bir bulut gibi alacağım ağzımdan göğüs kafesimin içine, dönecek bir tane doksandokuzluk değirmen kalbimin tam üstünde ve ben her işin başında yapılması muhakkak olan şeyi sonda yapacağım bu kez ''İlâhî ente maksûdî ve rızake matlûbî'' Ertelediğimiz her mevsime inat bir gün o çiçekler açacak arka bahçede, İnşaallah...



BAŞLIKSIZ YAZI


     Hüznümün tohumlarını saçıyorum bulutlara, sicim gibi yağmur yağıyor gerisingeriye. Üzüntünün bedelini ciğerler ödemeli algısını yıkıyorum derince bir tek nefesle. Nefes öyle keskin ki olan yine caanım ciğerlere oluyor. Sağ olsunlar... Sağ demişken hafız, sağ kalanlar mı gidendir yoksa göçenler mi? Biz kimi sevdiysek hep, Dünya'dan bırakmışız Ukba'ya doğru, acılar gibi, dualar gibi.

      Göçenler gider, kavuşur yurduna, asli vatan Ukbâ'dır. Dünya sahnelenen bir film perdesi, rüyalarım ondan bir cüz. Dünya, dün-ya anılar dün, acılar dün, günahlar dün, mutluluklar ve her nefes dün gibi kalıyor mazide. Biz santim santim yinelenirken bu terazide, belki de kendimizi tartıyoruz her nefeste. Tartarak bulmaya çalışıyoruz benliğimizi, terazinin diğer küfesinde acıların ağırlığı, hep onlarla dengeliyoruz hayatımıza yeni katılacak izleri, mutluluklarımızı dahi biraz acı katarak dengeliyoruz. Belki de, benliğimizi aradığımız için acılarla dolduruyoruz ağırlık dengelediğimiz küfeyi. Tasavvufta ilk kurallardan biridir benlik belasından sıyrılmak, mutlu olmanın ilk kuralıdır delirmek.

      Bir emanete sahibiz hepimiz bilsek de bilmesek de... Emanetin sahibi gelene dek unutmuş gibi yapsak da, her fırsatta yalanladığımız en acı gerçek ile hatırlatır bize, ölüm... Kim emanetini verdiği gibi almak istemez ki? Kim beyazının kirlene kirlene sararmasından hoşnut olur? Ömür denen şu pazarda sırtımızdaki küfeye atıyoruz her şeyi, attıkça ağırlaşıyor bu yük. Her gün ama her gün sararıyor diye beyazımız, bir yaprak daha çeviriyoruz sayfamızdan yarınlara. Bilmem ki temizler mi bizi masmavi göklerin beyaz yünlerinin gözyaşları?

     Kaç çocukluk yaşadık bu zamana dek şu kiracı ömürde? Bilmem kaç kez içimizden gülümsedik birbirimize, gözlerimizle, yüreğimizle. Farkında olmadan karşımızdakinin hüznü bulaşıyor üzerimize. Yıllarca kullanılmadan duran materyaller gibi yaşıyoruz üzerimizde zerrecikler ile. Sevinç, rüzgarın ta kendisi, estikçe kaldırıyor üzerimizdeki şu ölü toprağını ve yeniden hayat buluyoruz çektiğimiz o derince bir nefesle. Ahhhh ciğerlerimiz....