Muharrir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Muharrir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ADIMIZDAN ÖNCE DAVAMIZI SORACAKLAR

 



Bu sürgün hiç bu kadar ağır gelmemişti bedenime. Muazzam bir hayat telaşında kaybolup gidiyoruz, kulağımıza ezan okunduğu andan beri. Tarifi zor belki ancak tarif etmek imkansız değil çünkü aynı mayadanız hepimiz, hepimiz dünya denen bu sürgündeyiz ve muazzam bir hayat telaşında kaybolup gidiyoruz... İleriye doğru attığımız her adımda anılarımız, acılarımız, bizi biz yapan yaşantımız bir sis bulutunda kalıyor, her bir adımda daha da bilinmezliğe yürüyor insanoğlu.

Bir ah çeksek tüm ömr-ü derdimizi sığdıracağımızı sanıyoruz ancak yine dinmiyor gamımız... Tefekküre sadece 3-5 dakika ayırsak dahi algılayamıyoruz geçen zamanı; aşklar, evlilikler, doğumlar, ölümler, yeni iş, terfi, kovulma, kaygılar... Ve geçen zaman ve tükenen ömür... Bu alaca hastalığa bir çaremiz yok. Ruhumuzun yaratıldığı bilmem kaç milyar yıllık bir hasrete gebe üfleniyoruz 120. günde, hepimiz anlasakta, anlayamasakta yuva hasretiyle gam çekiyoruz bu suni ve ilelebet sürmeyecek yaşamda.

Gökyüzünün kandilleri bulutlu havalarda nasıl görünmüyorsa, yeryüzünün kandillerini de göremiyoruz göz denen bulutla bakınca, Göz perde, gamlı gönül perde, el perde, akıl perde, varlık perde... Allah'ım perdelerden perdeleri kaldıracak olan sensin, yeryüzünün halifesi olarak gönderdiğin bu insanı elbette başıboş bırakmayacak sensin. Kap doldu, kap taştı, bir yanımızda dik yamaçlardan sert akan azgın şelalelere karşı duran deli cesareti, bir yanımızda ise dingin sularla yıkanmayı bekleyen tükenmiş ömür...

Hayatın denge terazisinin ayarlarını kurcalıyoruz çoğu zaman... Ne yaparsak yapalım zaman denen kılıca eğmek zorunda kalıyoruz boynumuzu, elimizde değil. Kanımıza hükmetmek, nefesimize hükmetmek ve tüm bedenimize dahi hükmetmek elimizde değil, bedenine dahi hükmedemeyen, onun dahi sahibi olamayan insan nedir ve neden kendini ilahlaştırır? Neden geçici olan bu heva ömrü heba etmeye kalkışır, hadi nefs ahmak, şeytan mel'un, ya insan, ya akıl, ya kalp...

     İçimizde akan ırmakları taşıyor bedenimiz. Benim ve hiç kimseciklerin bilmediği; içimizde akan o ırmaklara insan nasıl ulaşır? Bir duyuş, bir dokunuş, bir fısıltı ile mi... Kalplerimizi yaralayan böylesi bir dünya, ne için yaşanmaya değer, ne için taşıyoruz cesedimizi oradan oraya, akşam vakti vecde gelip sabahları münafık uyanmak için mi tüm çabalar? Anlayamadığımız belki de anlamak istemediğimiz şu; çabamızdan önce davamızı soracaklar, ne kadar hızlı koştuğumuzu değil davamızı soracaklar, makyaj vloglarımızı değil, sosyal medya takipçi sayımızı değil, beğeni butonu çökerten postlarımızı değil, muhakkak onları da soracaklar ancak adımızdan önce davamızı soracaklar... 


BU MEL'UN DÜNYADA...





      Avuç içlerimden hatıralar süzülüyor bugünlerde şehrin gece yarılarına. Gönlümün zindanlarından iniltiler geliyor, susturamıyorum. İçimde akan ırmakların ab-ı hayat vermesi gerekirken boğmaca gibi çöküyor boğazıma her bir su damlası. Evet hayat bu işte, bu işte değer verdiğimiz üç kuruşluk boktan hayatımız. Şükretmeye değecek fakat şikayet edecek kadar kıymeti olmayan bu hayatta, 90 yıllık ömürlerimize sığdırmaya çalışıyoruz cümle hezeyanı. Düğün günü terk edilmiş bir gelinin, olanca hırsıyla tüm çeyizini ateşe verdiği gibi veriyoruz ateşe kendimizi. Hayat bu işte! Gez, toz, eğlen, sen deli misin, bir kez geldiğin bu hayatı hesabı yokmuş gibi yaşa diyor o ciğersiz nefsim. Bunu da öldüremedik yıllardır...

      Toprağın altına sevdiklerini sırladıktan sonra, yeryüzüne abdestsiz basmaya haya eden insanlar tanıdıkça kendimi sorgular buluyorum senelerdir. Sırf zeytin hakkında ayet-i kerime var diye, zeytine çatal batırmama hassasiyetini gösteren insanla karşılaştırmaya utanıyorum insanlığımı... Bir gün toprak olacak cesetlerimizi kokmasın diye yedirip, içirip, gezdirdikten sonra, hesap ve bir sonu yokmuş gibi olan davranışlarımı izliyorum aynalarda; paramparça aynalar da...

       Göremiyorum nefsin perdelediği içimdeki o gerçeği asırlardır. Hesap gününün dehşetini düşündükçe titriyor bedenimdeki her zerre anbean. Yıkıldığında bir daha asla göğü göremeyecek kavaklar gibi çaresiz bırakılacağımız gün, işte o gün dağlıyor gözlerimi buluttan devler. Mahşer meydanının iniltileriyle ve çaresizliğiyle kaplanacağımız gün ve amel defterlerinin dağıtılacağı an kimse için geç olmasın Allah’ım… 


      Bu mel'un dünyada öyle bir buhrandayız ki; hasret işlemeli yazgıları atıyor genç kızlar, bir bir gönül ocağıma. Her bir mendil geçen zamanı temsil ediyor mazide, yolculuğumun tozlarına karışıyor bedenim ve kırışıyor. Sanırım buna yorgunluk diyorlar bu heva ömürde. ''Çok çalışacağız, çok yorulacağız, inşaallah ahirette hep beraber dinleneceğiz'' sözü ferahlatıyor kalbimi uzunca bir süre. Her yol ayrımında savaşıyorum nefsimle, iyi ve kötü seçiminde... Genelde o galip geliyor, galibiyet sırasının bana geleceğini ve ilelebet kalacağını seziyorum himmetiyle...

 

     Himmetiyle demişken; Aşıkların Sultanına dizeler yazmaktan geçiyor sıratımız, biz kiiiim Kutbûl Aktab'a şiir yazmak kim diyor şair, O da biliyor yazılanın aynı zamanda yazdıran olduğunu. Şecerede geçiyor mübarek vasfı ''Kesir'il muhabbetil lissadıkîn'' işte insanın doğumu bu söz ile başlıyor baba Adem(a.s.) beri ve celladın bilenmiş baltası ayırıyor bizi bu sürgünden, kimileri iyi atlara binip gidiyor bu diyardan ebedi istirahatgahına, kimileri... Hafazanallah... Söz uzar, okur sıkılır, dünya melundur, nefs ahmak, vesselam...

 


GÜN AĞARINCA TEVAZUSU KAYBOLUR GÜZELİN




      Eve hiç şarkıyla giren adamlar olmadık çok şükür, ne şiirlere konu ettik güzelliğini, ne de yazılara... Gün, en saklı kalmayacak biçimde ağardığında evliyaydık hepimiz, gece teheccüd vakitlerinde battık günahlara her daim, sabahı kan, öğlesi kan, akşamı kan dolu bir boğaz ile dolaştık asırlardır. Uyku bazen en büyük günahıdır insanın, nefs bazen en büyük düşmanıdır, onu dizginleyene dek. Sahi nasıl dizginlenir nefs, kim öğretir onu yola getirmeyi? 

      Gece her zerrenin üzerini eşit biçimde örter meydana geldiğinde; ya dertliler? Dertliler biraz daha nasiplidir geceden, gündüzden nasipleri olmadığı gibi. Dert nedir, derman ne? Sevgili kim, aşk nedir? Üstad nedir, Gavs ne? İrili ufaklı bir yığın soru gönül denen şuracığın üzerinde.

     ‘’Anam babam sana feda olsun Ya Rasulallah'' diye; efeler gibi naralar atası var meydanlarda o ciğersiz nefsin. Anana babana Allah afiyet versin, gel sabah namazına camiye gidelim, gel bir yetim başı okşayalım ama kimse bilmesin seni, gel Allah’ı tanıyalım,,. Çık şu kalıplaşmış içi boşalan laflardan, in derine, derine, derine ve derine doğru… 

      Derinlerde saklanır en ulvi hazineler, ben müslümanım diyen bir ferdin sadece beş vakit namazla yetindiğini görmek çıldırtmaya yetiriyor insanı. Kimin kulu, kimin ümmeti olduğumuzun farkına varmadan yaşamadık mı yıllardır? Biz ateşlere atıldığı vakit gül bahçesine dönen İbrahim peygamberin neslinden, ayı işaret parmağıyla ortadan ikiye bölen biricik Peygamberimizin ümmetiyiz. En önemlisi de hiçbir şeyden  zerre gafil olmayan ve asla olmayacak olan, bizi bizden daha iyi tanıyan, merhametlilerin en merhametlisi ve O'nu anlatmaya her zaman aciz kaldığım ve kalacağım biricik Rabbimizin kuluyuz. Kalk ve ayağa dikil!! Şimdi tevbe-i nasuhun tam zamanı...

      Salkımların kıyısından başlar ölümün esintisi, öyle bir yürek ki O; binlerce yüreği barındırır gölgesinde. İnsanı maymun eden uslanmaz o nefsidir an be an. Ne zaman hayata dair iki kelam etmeye yeltensem, suratıma tokadını aşk eder nakkaş. Yanağımın kırmızısı tokattan değil, utançtandır çoğu zaman. Böyle merhametli bir Rabb’e kulluk edemeyişimin utancından. Zoraki gülüşmeler tutar sokakların köşe başlarını, istenmediğim yerlerde durmak üç yaşında bir çocuğun bininci defa boğazıma çökmesiyle eşdeğer, zevksiz bir oyuna denk benim için.

      Gün ağarınca tevâzusu kaybolur güzelin ve başlar günah curcunası. Bir sevabın peşine üç günaha koştu mümin, bozulmadan hemen önce. Bağrımda taşıdığım çiçek değil, dal değil, göğsümün göğünde uçan kuş değil, arı değil, kavganın tam ortasında patlayan silah gibi, sıkılan bir kurşun gibi bu sevda… Sadece kuşlar değil köpeklerde bilsin sevdamızı çünkü 1400 yıllık çınar gövdesini terkisine bindirmiş aşk, canlar satılası o pazara sürüyor atını…

SÖZ UZAR

 



   Onların alkışları seni kandırmasın bacım, ışıltılı hayatları, mutlu kahkahaları. Alkoliklerin masalarında meze olmasın sesin, göz değmesin yıllarca koruduğun bedenine, onların alkışları seni kandırmasın. Onların alkışları seni yanıltmasın bacım, yolumuz birdir ve Bir olanadır ancak, belden aşağı esprileri gitmesin hoşuna, bedeninde kalp değil gönül taşıdığını bil, edep senin diğer adındır bilirim, onların alkışları yanıltmasın seni…

  Böyle bir nara gelir yüreğime, ne kulak kalır ne bedesten içimde, her şey darmadağın, yüzyıl süren bir depremde yüz yıldır uyumuşta şimdi uyanmış gibi hissediyorum kendimi asırlardır…

   Avm diye bir tabir var pazara inat ve benim tabirimle avm çiçeği bazı insanlar… Neden kainata kök salmak varken avm de bir saksıya bağımlı kalır ki insanlar. Bir saksıya bağımlı olmak ve bir başkasının seni satın alacağı günü beklemek… Oysa ki kökü çınar, gövdesi çınar, dalları çınar olup göğe yaklaşmak varken neden kuru bir toprağa ihtiyaç duyarız?

   Evet avm den kasıt dünyadır, pazardan kasıt ukba…

   Onların peygamber de normal insandı diyerek kasıtlı, planlı sözleri gelmesin kulağına. Muhammedun beşerun lâ kel-beşer, bel hüve kel-yâkûtu beyne'l-hacer

   Pazartesi bereketi iniyor üzerimize ansızın, O (s.a.v.) doğduğundan olacak elbet. Pazartesileri hep farklıdır yüreğimde. Şimdi ben pazartesilere hürmet ediyorum diye kalıpçı mı oluyorum, şekilci mi? Yoksa ''sen olmasaydın kainatı yaratmazdım'' hitabına mahzar olana hürmetkâr mı? Kölesi, köpeği olunası o peygambere kölesi, köpeği, ayağının altındaki toz tanesi olma duasıyla...

   İşte sen pazartesileri hoş görmezsen, o günü hep hor görenler hazırda bekliyor olacak. Onlar hin planlarını yapacaklar beyinlerinin ücra köşelerinin lağım çukurlarında, sonra bir açacaklar kokuşmuş ağızlarını, gelip fısıldayıp kulağına diyecekler ki pazartesi sendromu... Hadi oradan hayvan. Pazartesiler berekettir bizde, yepyeni başlangıçlardır, Rebiüevvel'in 12 sinden beri.

   Şekilciliğe de karşı değilim, içi boş şekilciliğe karşıyım. Tesettür diye modayı ittirenlere, sakal moda olunca sünnettir diye bırakanlara, namazı beş vakit kılıp halini düzeltmeyenlere, hoşgörü namına atasına sövenlere bile güler yüz gösterene, özgürce islam bunu emrediyor kardeşim konu kapanmıştır diyemeyenlere karşıyım. Sen dinini bilmeyince, din diye bir şeyi önüne koyarlar da dindarım diye dolaşırsın. Yoksa manâ usûldedir, usûlsüz vusül olmaz.

      Bugünlerde ömrü hayatı boyunca bir hristiyan turistten daha az camiye gidenler, bugün senin camiye nasıl ve neden gitmen gerektiğini anlatıyorlarsa o ülkemin en ayyaşı bile der ki  ulan sen kimsin din hakkında konuşabiliyorsun… Fakat şer cephesi uyumaz bugün öyle bir sistem kurulu ki üzerimizde en dindarımız bile acaba mı ki diye ikilemde çünkü camiden hiç çıkmayan adamlar konuşuyor, zahirde evliya batında eşkiya tipler... 

    Söz uzar, ömür kısalır, sen ise fırıldaksın ey nefsim!! Vesselam... 

KALPLERE HÜKMEDENİN ADIYLA!

 


     Ben her sabah bir Mihriban türküsüyle giderim işe, bana ayrılıktan bahsetme, bana emperyalist güçlerin gücünden, Filistin'i öldüren zalimlerin zulmünden, milyarlarca müslümanın sessizliğinden bahsetme. Bana altlarından ırmaklar akan yerden, Filistin'li Hanzala'nın yüzünü göreceğimiz andan, Kudüs'e namahrem ayağı değmeyeceği günden bahset. İçimizin ferahlayacağı güne kadar hülyalarla uyutma beni, bana olacak gerçeklerden bahset. Bahset ki umudumuz dipdiri olsun bu kahpe düzene karşı.   

     Selahaddin Eyyübi'nin geçmişte yaptıklarından değil bana çağımızın Selahaddin'i gençlerinden bahset. Atamız Fatih Sultan Mehmed'in yaptıklarıyla oyalama beni, bana Sultan Fatihler yetiştirecek sırdan bahset. Geçmişle uyutma beni, geleceğe yön verecek geçmişimden bahset. Bahset ki açılsın kırk acı kilidi vurulmuş şu harabe yüreğim, geceyi yenmek için debelenen gündüzün, tam imsağına ulaştığı anda açsın çiçeklerim, çiçeklerden çok ihtiyacım var buna...

     Çiçeklerden çok ihtiyacım var buna çünkü deşiyor bağrımı din kardeşlerimin iniltileri, ağıt yakmayı en iyi ben bilirim çünkü ben Filistin'im, Arakan'ım, Doğu Türkistan'ım, Türkiye'nin Bursa ilinde olmam hiçbir şeyi değiştirmez. Filistin'de öldürülen, Kudüs'te namaza alınmayan benim ben!  Arakan'da işkence edilen benim babam, Srebrenista'da ölen benim annem, Doğu Türkistan'da ırzına geçilen benim bacım, unutkanlığımdan dem vurupta maval okuma bana çünkü Çin sarayını 40 kişiyle basan da benim, Uhud da göğüs göğüse çarpışan da, Bilecik’te bu devleti kuran da benim, bu şanlı bayrağın altında yaşayanda. Dil, din, ırk gözetmeksizin çocukları, anaları, bacıları tecavüzden kurtaran da benim. Zalimin zulmünden insanlığı emin kılanım, özüme uzaklığımdan dem vurma benim. Ben beklenenim…

    Bir kuşu kafese hapsetmek, bir ağacı saksıya ve bir insanı aklıyla sınırlamak zûl geliyor hep bana. Kuş özgür ve hür gökyüzüne, bir ağaç yeryüzüne ve bir insan ancak ve ancak gönlüne bırakılmalıdır. Bırakılmalıdır ki önümüzdeki 50 yıldan başlayarak sonsuzluğumuzu kurtaralım. Değişene dek bahtımız 21. yüzyılda yaşanan ahlaksızlıkları bırak, bana ahlâklı nasıl olunur ondan bahset. Z kuşağını kötülemekten vazgeç artık; insanın içindeki hırçın değil, ılık ılık dalgaların olduğu yerlerden bahset; bahset ki ulaşalım oralara, kurtaralım atîmizi.

     Kalplere hükmedenin adıyla! Ruha kıymık gibi batan nefsin mübadelesi senin imanındır ancak, sen onu kemale erdirmedikçe. Her alaşağı ettiğini sandığın anda tersine döner zemin ve sen yine altta kalırsın. Bir gönül ustasına varmalı mı? Varmalı! Bir Mürşid-i Kâmil şart mıdır? Şarttır! Fakat O'na sadakatte şarttır. Ben beklenenim ve kendimi bekleyenim evvela, bir özüme döndüğüm vakit sıyrılacağım tüm mecazlardan, şu gereksiz kavgalardan, masivadan... Kalplere hükmedenin adıyla, inşaallah.





KESİTLER



     Hepimiz zaman zaman gelen gelgitlerin. duygu değişimlerimizin iyi hallerini kendimize adet edinmeliyiz belki de. Öyle ya hâl sirayet eder, sendeki başkasına başkasındaki sana ve bu muhakkaktır. Allah-u Teâla hazretleri Kur'ân-ı Kerim'de Tevbe suresi 119. Ayette ''Sadıklarla beraber olun'' hitabını yapıyor bizlere. Öyle merhametli ki Allah, düşünelim, tefekkür aklın delilidir. Sadıklarla beraber olun hitabını yapan ya “sadık olun” deseydi? 

    Allah-u Tealâ zengindir hem de öyle böyle değil :) ya biz kullar, öyle zengin ve öyle cömert bir Rabbin yarattığıyken dünyada selsefillerin kapısında el pençe duruyoruz. Medyatik, internet ünlüsü, sanatçı, siyasi v.b. vasıfların peşinden sırf isimleri prim yaptığı için gitmiyor muyuz? Halbuki asıl ve has azimüşşan Allah’tır ve bunu dil ile tasdik ettikten sonra kalp ile de ikrar etmek işin şiarıdır çünkü ahirette sorarlar, önce kalpten sorarlar... 

    Sadıklar...
 
    Sadıklar kalp ile tasdikte eder, ikrar da, dil genelde damağa yapışıktır onlarda... Bu yüzden sadıklarla olmak gerekir, sadık olmak zor iştir ama sirayet basit... 

    Kim ne dersen desin, şu yüzyılda bir çoğumuzun umurunda dahi olmayan gerçekle karşı karşıyayız; ''Biz Osmanlı’dan sonra Türklüğü unuttuk'' Unutturulduk demiyorum bakın bariz unuttuk…Türklük unu şerefli islam suyuyla buluşunca kıvam aldı hamurumuz, işte bu suyu undan ayırmaya çalıştıkça unuttuk. Balkanlar, Türki cumhuriyetler ağlıyor halimize, hâl diliyle yalvarıyorlar adeta, bizi buralarda bir başımıza bırakıp gittiniz diyorlar. Ahhh dedelerimiz, toprak altındaki babalarımız…

  Batılılaşmayın; batılılaşma medenileşmek değil köleleşmektir.  Yeryüzüne gönderilen son peygamberin ümmetini batılılaşma adına köleleştirmek aptallık ve bu harekete uyup batılıyım, medeniyim zannetmek düpedüz aptallıktır. Öyle ki burada bahsi geçen batı coğrafi bir konum değil ancak ve ancak kokuşmuş ve kalıplaşmış bir düşüncenin tezahürüdür.

  Celladına aşık köleler, mankurtlaşmış beyinler, sen ecnebiyi adalet getirecek, refah getirecek diye beklerken o topraklarına girdiği ilk an; anana, bacına ve hatta ninene dahi gözünü dikmişti bile… Yani senin kuru kuruya milliyetçiliğin, sözde veya hatta özde vatan sevdan bir işe yaramayacak kendini yetiştirmedikçe, değiştirmedikçe. Adamlar en iyi okullarda okuyorlar, en iyi eğitimi alıyorlar. Savaşsa en iyi şekilde asker yetiştiriyorlar. Karşında bir konuşuyor, ağzın açık seyrediyorsun çünkü senin kelime dağarcığın onunkinin onda biri bile etmiyor. Her alanda üstün, her alanda kibirli, her alanda ukala olanlar; seni, yani 600 yıl dünyaya hüküm süren o devletin neferini tevazu adı altında pısırık, yön verilebilen, hep onlara bağımlı hale getiriyorlar.

Madem öyle artık kıvırmak yok sert olacaksın köşeli olacaksın yere bastığın vakit toprak titreyecek, diyecek ki bu ayaklar tanıdık 100 yıl öncesi yiğitler de böyle basardı. Öyle bir Allah diyeceksin ki dağlar, taşlar seninle haykıracak, diyecek ki elhamdülillah taşımız toprağımız şenlendi. Sen bir defa sen olabilme özüne indiğin vakit daha kimse seni o özden ayıramayacak ebedi. Söz uzar,kelimeler yorulur, nefs ahmâktır vesselam.

BİZ DÜNYAYI ÇOK SEVDİK



     Dünyayı sevmeye başlamak ile başlar sancılar, sonrası doğum, yeni ve sonsuz bir hayata açılır kapılar…“Külli nefsin zâikatül mevt” her nefis ölümü tadacaktır, demek ki ölümün bir tadı vardır. Dilimizi damağa yapıştırıp kalbimizin ritmine ayak uydurmadıkça nafile bir ömür süreceğiz hepimiz. Ne desek boş; elmas olsak bir ustaya muhtacız, kalas olsak yine bir zanaatkâra... İnsan olsak, insan kalmaya ihtiyacımız var en çok, insan kalmayı ise insan kalanlardan öğrenmek gerek. İlla söyleteceksin be adam; nasıl ki bir mücevherin ustaya, bir kalasın marangoza ihtiyacı varsa, bir insanında mürşid-i kamile ihtiyacı vardır...

     Katledilen ilk masumu, katleden ilk zalimden bu yana kim seviyor dünyayı? ''Biz dünyayı çok sevdik, ölüm bizden uzak olsun'' diye başlar söze söz bilmezler çünkü insan ölmek üzere doğar. Hepimiz bir dost sohbetinde, en az bir kez yakınıyoruz dünya ve içindekilerden fakat bir üst model arabaya gönlümüz takılırken, daha büyük bir ev alma hayaliyle tutuşurken müstesna. Her zaman ve her yerde biz dünyayı sevmiyoruz, elimizin tersiyle itiyoruz derken bir derviş edasıyla süzülüyoruz gözlerde, tevazuumuz arşın gölgesinde oturup iniyor aşağı her seferinde ve biz olması gereken şeyleri nasıl olmaması gerekiyorsa, onun kılıfına uydurarak atıyoruz heybemize.

     Kursağımıza takılacak haramları hep ama hep övgülerle öğütüp geçiriyoruz boğazımızdan. İsyanımız bir sükut ile başlayıp öylece kalıyor bu kirli düzene karşı. O'ndan başkasını almak zûl gelecekken bizlere, O'ndan başka her şeyi tıka basa sığdırmaya çalışıyoruz kalplerimize. Bak her günahın peşine zafer naraları atıyor melun şeytan. Bir bismillah ile aydınlanmıyor sabahlarımız, bir selam ile göz göze gelmiyor yüzlerimiz ve bir dua ile adım atamıyoruz dışarıya, ruh tövbe diye kıvranıyor, nefs verdiği sözden habersiz, işte dünyaya bulaşmak bu olsa gerek…

     Muhtarım, başkanım, profesör doktor bilmem ne, savcım, efendim… Ünvanlarımızın ağırlığında eziliyor adımız. Kaç kez yetimin gözünden yaşı sildi kavgamız, kaç kez gece uykularımızı kaçıran dertlerimizden en az bir tanesini çözdü davamız? “Malâyanînin her türlüsünü tattık Ya Rabbi, mecazi aşkın her türlüsüne vardık, bana Seni gerek seni” diye kaç gece yakardık Allah’a? Aaaaah benlik sevdası, aff Ya Rabbi, Senin sivrisineğin kanadı kadar değer vermediğin şu Dünya’yı taparcasına sevdiğimiz için af… Söz uzar, kelimeler sıkılır, insan bunalır, nefs ahmaktır, biz dünyayı çok sevdik, biz dünyalığı çok sevdik vesselam...


CİĞERİN YANMADI MI?

     

 
      Çağlar ötesi çağlar, asırları aşan zenginlik, ezelden ebede uzanan dallar. Varlığı Güneş'ten daha ortada olan Rabbini arayan buhranlı gönüller. O öyle değildir ''bence'' dediğimiz her anda, yanılışımızın farkına varmamız. Önce mahcubiyet, sonrasında o mahcubiyete dahi muhtaç bir ruh bırakmamız. Kademe kademe böyle bozuyor işte insan taşıdığı cesedi, öyle ya ölen hayvan imiş aşık olmak lazım... 

      Taarruzu bir savunma kadar iyi yapan nefs, hep ama alçakça buradan vuruyor bizleri; sağduyu... 90'lı yıllarda okuyan imam hatipli gibi hissederken kendimi, evden okula okuldan eve hep ağlamaklıyım şimdi çünkü bana zulmediliyor. Dar ve karanlık sokaklara hapsedildi örtüm, imanımı gizlemek zorunda kaldım hep. Cuma namazlarına gidişim bir suç gibi resmedildi, kayda alındı. Allah bir deyişim suç sayıldı. Bunlara olan sabrıma ise sağduyu adı verildi. Çünkü müslüman sağduyulu olmazsa gerici, sabırlı olmazsa yobaz oluyordu.

     21. Yüzyıl; tüm yaşanan bu asıl yobazlığa ek başörtüsü politiktir diyen davarların, ağzı iki laf yapınca din bilmez sünnet bilmez ne olursa konuşan andavalların, kur’anda namaz yok diyen salakların dönemi. Allah-u Ekber'den tanrı uludur'a geçen bu topluma şimdi ''aşırı islamcı'' damgası vuruluyor. Eyyyy ahaliii!!! Gencecik evlatlarımız ideolojik saplantılara kurban ediliyor. İslam unutturuluyor. Allah demek serbest ama biz konuşmaya korkar olduk. Müslüman şahsiyet, bir kavme değil tüm insanlığa indirilmiş olan dinini sadece kendi yaşıyor, o da hoştur ama ye-ter-siz..

     Daha ne anlatayım ki; acıları çeken bacılardan keyfini süren bacılara. Vücut hatları belli olmasın diye 2 kat giyinen bacılardan, içini gösterecek derecede ince giyinen bacılara. Namahrem görmeyelim diye başını eğen adamlardan, köşe başlarına oturup gelen geçene bakan adamlara. Davasını; kendi çıkarını düşünmeden yalnızca Allah rızası için yapan adamlardan, kendi çıkarı olmazsa şayet davamda yok diyecek kadar alçalan adamlara hızla geçişi son 30 yılda yaşadı bu ümmet. 

     Ne çok çektiler be analarımız, bacılarımız, babalarımız… Ne çok çektiler sahabe efendilerimiz, Peygamberimiz… Onlar islamı yaşantılarının üzerine bir kılıf gibi geçirmişken; bizler ise islamı yaşıyoruz sandığımız hayatın bir köşesinde bir yerlere sığdırmaya çalışıyoruz… Ne güzel kurban ettik değil mi islamı sloganlara. Ne güzel kurban ettik tesettürü modaya, hem de ayinler eşliğinde…. Peki hayâyı, ne güzel  gömdük değil mi toprağımıza, Ne güzel sattık ama kendimizi nefsimize, hem de beş para etmez fiyata…

     İçimi yakıyorlar çocuk, yüzde 99 u müslüman denilen bu ülkede insanlığın ilk atası, yeryüzünün ilk peygamberi Hz. Adem(a.s.)'a hakaret ettiklerinde, Ezan-ı Muhammediyi her gün huzura çağırılan bir davet değil de 3 dakikalık rahatsız veren bir ses gibi gördüklerinde, ben bir 5 dakikaya geliyorum değil, namaza gidiyorum kardeşim haydi sen de gel diyemediklerinde, islam karşıtı olan her kasıtlı harekette müslümanca bir duruş sergileyip ben buna karşıyım diyemediklerinde! 

     Bu zihniyeti biz hortlattık, yıllarca konserlerinde bağırdık, albümlerini ilk biz aldık, dizilerini reyting rekorlarına soktuk, öldüler cenazelerinde ağladık, yılbaşlarını onlardan iyi kutladık, bir kereden bir şey olmaz diye ne ömürler törpüledik, medya neyi bir hafta gündemde tuttuysa bizim de gündemimizde o, o kadar kaldı, beş dakika daha telefonda vakit geçirebilmek için çocuklarımızı sübliminal çizgi filmlerin kucağına attık, küçük küçük kazdılar islamın altını yine ve hep son raddeyi bekledik. Mukaddesata saldırıyı kendimize saldırı olarak görmedik hiç hep birileri çıksın iki slogan atsın da içimizi rahatlatsın diye bekledik. Eyyyyy müslüman, oooyy müslüman, aaah müslüman... Uyan!! Ciğerin halâ yanmadı mı?





ERTELEME!

   


     Kalûbela tozları var üzerimde ve bir sözün verdiği ağırlıktan dolayı yaşıyorum med ceziri. Çıkamıyorum bir an olsun kalıplardan, doktor, polis, öğretmen, zengin, iyi, para, kötü, güzel, çirkin... Her şeyin peşine gelen her basmakalıp söz bir çivi gibi mıhlıyor beni duvara; iyi güzeldir, zengin mutludur, öğretmen sadece okulda olur, para saadet verir, şişman çirkindir... Uzayıp giden bu örneklerle, karşımda konuşanların sesleri tecavüz ediyor kulaklarıma... Kimse bana insan kalabilmenin önceliğini anlatmadı tam 20 Küsur yıl kadar. Kirlendik; büyüdükçe dünya sindi üzerimize ve biz sindikçe kirlendik bu kirli düzende. Maskelerin ardına sakladık yüzümüzü. Dedim ya az önce dedim ya işte çıkamıyorum bir an olsun kalıplardan aklımdaki cevabı olan ve cevabını vermekten korktuğum sorulardan.

-İnsan hiç şeytanla ahitleşir mi? 

-Elbette hayır.

-Nereye o zaman bu gidiş?

-...

   Olası günah sapaklarında başlıyor kalp harbimiz. Bir an gibi görünüyor karar verme aşaması fakat bazen bir an bir yıl gibi geliyor insana. Nefs ve şeytan her zaman saptırmıyor insanı çoğu zaman ertelemeye çalışıyor iyilikleri. Ertelemenin bir hastalığa varan derecede ilerleyeceğini düşündükçe kalkıyorum ayağa, iman denen cevherin, kanserli bir genç gibi günden güne eridiğini gördükçe kaçıyor uykularım. Tik tak, tik tak... Geçiyor işte zaman denen mefhum geride bıraktığı her merhumun ve yaşayan her canlının üzerinden. Bir ölçü dahilinde ilerlesede zaman, ışık hızını dahi içine alabiliyor nedense, dilediği kadar hatta ve hatta delice bir süratle hızlı koşabilseydi insan yine bir saniyeyi ikiye, ikiyi de bir saniyeye indiremeyecekti geçen an'da...

   Hayatın beyhude kucağında geçiyor zamanımız. Malayâni denen illet ne kadar hoşumuza giderse o kadar istismar ediyor benliğimizi. Hele şu ekranların başında geçen vakitler... Bir an sıyrılıp tüm dünyadan nefes alınacak yerlere kaçasım geliyor, oralarda insan denen canlıdan bahsetmek istiyorum önce kendime, sonra insan olmadığımı anlıyorum biraz biraz. Böylesine azametli ve ulvi bir amacı yüklenişimiz tam olarak kalûbela da başlıyor sanırım, daha Dünya'ya gelmeden bu Dünya'nın halifesi ilan edilen insan nasıl olur da böylesine basit günahlarla sonsuz hayatını mahveder diye düşünürken dalıyorum uykuya. ''İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar.'' Hadis-i şerifi geliyor aklıma ve uyanıyorum sıçrayarak. Ölmeden önce ölmek sözü üzerine bir hayli düşünüyorum bu sıra. Mevzimden kurşun gibi atılarak varmak istiyorum Menzil'e. Ahhh nefsim...

Nakşi Şeyhinin dergâhında yükselmez ses, Peygamber (s.a.v.) huzurundaki gibi çünkü ilk misal diğerinden bir cüzdür; şu kainatta O'ndan bir cüzdür o halde asla sesini yükseltme. Sen ölmeden önce ölmeye bak haydi. Meyyiti gömmeye yeter biraz sıcak su birkaç kürek sesi, uzun bir sela okunur kısacık ömürde ve ölünün suretinden anlaşılır geçmişi, insanların yüzde yetmişi pişmanlığı oraya bırakır ama oraya bırakılan hiç bir pişmanlığın telafisi yoktur. İşi bilenler Yaa Rabbi ben pişmanım deyiverirler bir ipe tutunarak, sonrası temizlik sonrası yeni hayat... Hiçbir şey için geç değil tam şu an, erteleme hayatı... Erteleme... 

KİMİN MECNUNUYUZ ?



  İnsan... Dünya'ya karşı yorgun, zamana karşı yorgun, emir ve yasaklara her zaman yorgun olup zevke, arzuya ve genel itibariyle nefsin istek ve arzularına karşı asla yorulmayan mahluktur. Sabah 9'da kalkıp, akşam 18'e kadar durmadan çalışan, yılın 365 gününde 15 gün izin yapıp, yaptığı işten başka meziyeti olmayan, bir gönle girmemiş, yüzü asık, boynu kravatlı ve örneklemeleri asla bitmeyecek olan kişi midir insan?

   İnsanın tanımı her ne olursa olsun, başına gelecek mutlak şey bir gün İstanbul'da bir vapurun sesine denk gelebilir, bir kadının kahkahalarına karışabilir, bir doğumun sevincine yapışabilir ve bir ansızlığın içerisinde sonsuza dek genişletilip bizi karşılayabilir. Evet o mutlak şey ölümdür. Herhangi bir insan Dünya'nın herhangi bir yerinde farklı duyguları yaşarken, sen ölüm döşeğinde olabilirsin veya sen günahkar gözlerini haram batağında tuttuğun anlarda yüzlerce can derin bir aahhh ile ölümün kucağında yatıyor olabilir. İşte insan budur. Kısacası ''acz''... Acz içinde olduğunu bilen ancak insan olmaya, insan doğup kalmaya ve insan olarak ölmeye muktedir olabiliyor. Acz duygusundan yoksun, adeta (haşa) Allah'a kafa tutarcasına bir hayat yaşamak insanlık değil aptallık, cesaret değil korkaklık oluyor.

     Kendimizi çoğu zaman işimize gelen terazilerde tartsakta o dilimli yuvarlakta hep aynı akıyor zaman. Ama biz 'acz' ler akrebinde yelkovanında arkasındaymışız gibi hareket ediyoruz. Öyle aceleci ve öyle telaşlıyız ki hiçbir şeye yetişemiyoruz. Halbuki atsak kendimizi akrep ile yelkovan önüne, akışına bıraksak zamanı, biraz da rahat bıraksak ne güzel olacak. İstesekte, istemesekte, ittirsekte, durdurmaya çalışsakta mutlak bir suretle aynı akıyorsa zaman, yapmamız gereken tek şey onu bereketlendirmek olacaktır. Masivâdan, malâyaniden uzaklaşmaya başladığımız anda ve buna ek olarak nefsin arzu isteklerinin hep tersi istikamette gidecek olursak göreceğiz ki ister akrep ve yelkovanın önünde, ister arkasında, istersek üzerinde, hatta ve hatta saatin dahi dışında, yani nerede olursak olalım bizim için değişen bir şey olmayacaktır. Bu zamanda, bu zamanı yaşamadığımız an inanın ki bunların bir önemi kalmayacaktır.

    Neden geldik bu Dünya'ya? Yiyip tüketmeye mi, giyip eskitmeye mi, gezip eğlenmeye mi? Ömür bir sermayedir ve her canlıya topluca verilir, sürelidir. Yiyip tüketmeyi hayvanlarda yapar, gezip gezip uyumayı köpekler de... Neden geldik bu Dünya'ya?

İnsan yaratıldığı günden yaşadığı ana dek sürekli an be an hicret halindedir. Dünya'da bir hicret yurdudur. Kimi insan kalpten kalbe yapar hicretini, kimi varlık ile yokluk arasında hicrettedir devamlı. İhanet ile sadakatte bir hicrettir. Ahde vefamız kimedir peki, hicretimiz kime? Ümmü Kays'a mı yoksa Medineyi Münevvere'ye mi? Elbette kimin mecnunuysan hicretinde ona olacaktır. Kimin mecnunuyuz?
 







AHMAKTIR İNSAN

    


  Açıklamama müsaade edersen insan ahmaktır diyeceğim... x kuşağı, y kuşağı, z kuşağı ne geldiyse kuşak kuşak ahmaktır hemde! Babamın babası demiş ki; ''Bir çocuk bize dese ki; şu delikte yılan vardır. Hemen korkar elimizi oraya sokmayız fakat 124.000 Peygamber bize cehennem var, sakın günah işlemeyin diye aynı uyarıda bulundukları halde biz yine korkmadan günah işlemeye devam ederiz'' İşte insan belki de bu yüzden ahmaktır. 

     Kendi kurşunumuzla kendi bacağımıza sıkıyoruz her zaman. Öyle bir kuyu ki bu, kendi ipimizi kendimize sarkıtmaya çalışıyoruz sürekli. Belki de ahirette canımızı en çok yakacak konulardan biridir namaz. Gaflet denen beter mi beter o uykunun çoğu zaman galip geldiği, zor bela uyandığımızda belki pijamalarla huzura durduğumuz, onu eda etmenin bazen Allah rızası için yapıyor olmanın dahi önüne geçtiği emir... Emredenin adıyla başlayan cümleler devamını getiremiyor gönlümüzde çünkü aşık değil ahmaktır insan. 

   Allah rızası kelimesini çok hafife alıyoruz mesela. Kâinatta canlı cansız tüm varlıklardan daha değerli olması gereken, işin incesini yakalayanların tek gayesi, bizim Yunus'a cenneti dahi birkaç köşk birkaç huri diye tasvir ettiren, aslında ona ulaşmanın diğer tüm noksanları tamam edeceği bir söz ''Allah rızası''. Varı yoğu değil canımızı dahi nefes alışımız gibi veririz dediğimiz ama canını istemiyoruz kardeşim 5 vakti kıl dendiğinde çark ettiğimiz söz.. Çoğu zaman kendimize yalancı çıkışımızın en büyük kanıtıdır bir şeyi Allah rızası için yapıyorum demek.

   Bazen ateşli bir boğmacanın sıktığı gibi sıkıyor ya sıkıntılarımız, hani yastıkla yüzümüze bastırıyor ya dertleri hayat, buna rağmen Dünya denen melunda nefes alıyor olmamız, O'ndan(c.c.) haberdar oluşumuzdandır. Vallahi bu Dünya çekilmez olurdu, kağıtları yırtar gibi yırtardık sineleri, kafamızı başka birinin kafasına vurarak parçalardık bağıra bağıra eğer O'ndan bir cüz olmasaydı. Oksijen ne ki, gökyüzü ne, toprağı ekmek neden, gülmek, ağlamak, nefes almak, yürümek, evlenmek, sevmek, aşık olmak, yazmak ve yaşamak ne? O'nun rızası olmayınca... 

     Gökyüzüne bakıp haykırmaya henüz 3 saat var, insan ahmaktır dememin üzerinden ise dakikalar geçti. Ömrümüzün bitmesine bilmem ki kaç sene var? Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanın verdiği ızdırabı yarın ölecekmiş gibi yaşamamızın verdiği sekinet bastırıyor. Hiç ölmeyecek gibi yaşayıp, yarın ölecekmiş gibi tüketiyoruz zamanı. İnsan neden ızdırap çeksin ki bile bile? Çünkü ahmaktır. Bugün Allah için ne yaptından ziyade bugün neyi Allah için yapmadın hitabetiyle seslenmedikçe kalbine ahmaktır. Söz uzar, uzadıkça yorulur insan çünkü nasihatı sevmez ahmak... İnsan ahmaktır, nefs ahmaktır vesselam... ''İllellezine amenu ve amilus salihati ve tevasav bil hakkı ve tevasav bis sabr''


BENİ YAZ ÖYLESİNE


   Geceler gündüzlere teslim eder mesaisini yüreğimde çünkü islamda gece öncedir, kadın kıymetli. Uzaklardan yaklaşır yaklaşmakta olan ölüm ansızın ve sizi yapayalnız bırakır sevdikleriniz birden, tüm ışıklar söner gönül aynasında bir bir...

   Yıldızlarda olmasa gecenin kör karanlığında kalacağız bu çağda, kör karanlık diyorum çünkü kör karanlık bu çağ da, vakitte epey olmuştu aslında tam ümmetin haline ağlamalık zaman, tam ağlayamayışımıza ağlamalık belki de... Kalbime teşekkür ediyorum, kısa bir zaman sohbet imkânı için. Biraz gençlikten konuşuruz, biraz ümmetten ve biraz biraz dava... İçime sızıyor hüzün denen zehir, konuştukça artıyor işte artıyor... Konuştukça everestin eteğinde süzülen kartal heyecanı, konuştukça içimi sıkan bir timsah gözyaşı, konuştukça davaya olan yalancı samimiyetim biraz...

    Hiç böyle düşünmemiştim; zamanın aleyhimde tükendiği anlarda bile. Tenim kırışıyor, belim bükülüyor ve saçlarımın son kışı geliyor 50 yıllık baharının ardından. Genelde kışlar baharlardan daha kısa oluyor ömürde, yaklaşmakta olanı daha bir hissediyor insan yolun ortasına geldiğinde fakat ılık bir bahar esintisiyle mi yoksa şiddetli bir fırtana ile mı gideceğimizi kestiremiyorum. Kestiremiyorum dediğime bakmayın siz "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle diriltilirsiniz" hadis-i şerifi gün gibi ortadadır da şu hayvan dediğim nefse kabul ettirmesi çetrefilli... İnkâr etmek kabul etmekten daha kolay geliyor hayvana, ben inanmam diyor; sanırsın ki inkâr  edenin mesuliyeti kalkıyor...

   Mesuliyetimiz kalkmıyor elbet güneş gibi ortada ama batmıyor. Böylesine güzel Rabb'be böylesine kötü kulluk yapışıma yanıyorum işte gecenin dört çeyreğinde, yanıyorum dediğime de bakmayın yalancının tekiyim ben, bir sağa bir sola dönüyorum, birkaç tur sonrası uyku narkozu... Allah gaflet uykularına yatırmasın, amin... 



HÜZÜN İÇİMİZDE


   Zaman mefhumu birden değerini yitiriyor gözümde, güzel bile vaktinde güzel diyor bir iç ses ve kabaran bir boğmaca gibi dağlıyor kulaklarımı; Ben ise en sessiz halimle haykırıyorum vadesi dolan geceye "sabah böyle olmamalıydı!!" Nefs denen itin iti gibi tasmalı bir zincirle, çekerken beni malayâniden malayâniye çok besledik bu iti diye düşünüp duruyorum yıllardır... 

   "Bu ben değilim" diye başlıyorum söze, günahın her kucağından kalkışımda. Sen böyle olmamalıydın diyen bir yakarış tecavüzü çırpınıyor göğüs kafesimde. Sözü çabuk unuttuk kâlu belâdan bu yana, 31 yıl geçmiş dün gibi adeta. Kor alevi dudaklarımda söyleyemeden eriyen bir buz olsaydı yalan, şu kemiği olmayanı bir tutabilseydim yuvasında belki de bu kadar ölü eti yemezdik kardeşlerimizin. Aaah ben... aaah benlik...

   Şu benlik sevdasından vazgeçemedim yıllardır, bir niyet etmişim ki saklıyorum asırlardır, gerdanımın hizasından kollarım koparcasına geriyorum yayımı, benliğimi bir çırpıda fırlatasım geliyor arşa çünkü babamın suretini göremiyorum günlerdir, haramzâde gözlerime mil çeker gibi çekiyorum sürmeyi çünkü babamın suretini göremiyorum günleridir; Bu senin tercihindi diyor hayvan, çok besledik bunu çok...

   Yıllardır her saniye iki seçenek arasında kalıyorum, şu kalbi bağlayamadık daha... O da haklı tabi şamar oğlana döndü bir karanlık bir aydınlık, gel diyorsun gelmiyor artık, üzerinde değirmen bir dönüyor bir duruyor, tahriş oldu yıllardır...

   Bakışlarımın çaresizliğinden yakınıyor dünya, kuşanmışım günah paçavralarını üzerime ve dalmışım güller ormanına edepsizce, birkaç fidanı kurutmuş baltamızın parlaklığı. Suretimi göstermekten aynalarda bıkmış. Ben dahi doya doya bakamıyorum şimdilerde; O olsaydım şayet, O olabilseydim eğer o zaman aynalar sırdaşım olurdu şu kokuşmuş çağda bile...

   İnsan nisyandır arasındaki ilişkiden nisyanın 40'ta 40 ını almışım ben, hiç zekat bırakmamışım dünyaya. Düşümde O'nun dizlerinin dibinde bir ömür kurarken, yaşantımda delicesine kaçmışım O'ndan. Korku ile ümit arasında kalmışım senelerdir. Bir tövbeye bağlamışım umudumu...


ARKA BAHÇEM


Küçüktük, ellerimizden kayıp gitmişti zaman,  büyüyünce anlıyor insan, orta yaşa gelince daha bir hüzünlü oluyor sanki. Bir el serpiştiriyor hüzün zerreciklerini başımızdan aşağı. Hareket ettikçe uçuşan zerrecikler gidip konuveriyor bir başkasının üzerine.

     Ağır bir imtihandan geçtiklerini bilerek yaşayanların aksine her şey sabırsız şimdilerde. İnsanlar sabırsız, vasıtalar sabırsız, binalar ve duygular sabırsız, her şey sanki kendi sonuna bir an önce ulaşmak istiyor gibi çatlarcasına koşuyor sonuna doğru. Hayat yolunda hızla geçerken atladığı anıları, acıları ve hayata dair her şeyi de ağır ağır yaşadığı bir ölüm anında hatırlıyor belki de insan.

    Biz kısa yolculuklar yapanlar için çok uzun geliyor bazen hayat, bazen de bir an... Can kuşumuz uçacak gibi pür dikkat dinlediğimiz imam efendinin okuduğu sela, uzaklaştırıyor sevdiklerimizi bizden. Gülüşler acı, bakışlar yorgun ve gönül terazimizde bulunan manevi ağırlığı bir soruyla kaldırıp atıveriyoruz küfeye "nasıl bilirdiniz?"

    İşte bak bir önceki paragrafta bitti hayat. Taptaze umutlarla yeşerttiğimiz cesaretimizi kaç kez daha korkak gibi köşeyi dönmeden koyacağız cebimize, kaç kez hayatı 12 den vuramama korkusuyla geçeceğiz atış poligonunun önünden, kaç kez daha arka bahçemize atacağız ertelenen umutları? Deneseydik şu canına yandığımın dünyasında bir atışı belki böylesine kurumaya yüz tutmuş umutlar ekmezdik arka bahçemize.

   Planlar, şımarıklıklar, ihtiyaçlar; sınırsız olan istekler burada yarıda kalıyor her zaman. Ebediyyen bir hayat başlıyor bu oyunlar sonrası ve bir anda korkuların ardına saklanıveriyor samimi gülüşler, dünyada yapamadığım havf ve reca sıratının üzerinde sendeliyorum bir mağfir ve yüzlerde acı bir tebessüm yüzde doksanının. İnsanların soğuk bakışları yakıyor yüzümün değen kısımlarını, kışın yalancı kış güneşi gibi üşütüyor bedenimi.

    Sana söz; inşaallah bahar gelecek, yağmuru bir bulut gibi alacağım ağzımdan göğüs kafesimin içine, dönecek bir tane doksandokuzluk değirmen kalbimin tam üstünde ve ben her işin başında yapılması muhakkak olan şeyi sonda yapacağım bu kez ''İlâhî ente maksûdî ve rızake matlûbî'' Ertelediğimiz her mevsime inat bir gün o çiçekler açacak arka bahçede, İnşaallah...



BAŞLIKSIZ YAZI


     Hüznümün tohumlarını saçıyorum bulutlara, sicim gibi yağmur yağıyor gerisingeriye. Üzüntünün bedelini ciğerler ödemeli algısını yıkıyorum derince bir tek nefesle. Nefes öyle keskin ki olan yine caanım ciğerlere oluyor. Sağ olsunlar... Sağ demişken hafız, sağ kalanlar mı gidendir yoksa göçenler mi? Biz kimi sevdiysek hep, Dünya'dan bırakmışız Ukba'ya doğru, acılar gibi, dualar gibi.

      Göçenler gider, kavuşur yurduna, asli vatan Ukbâ'dır. Dünya sahnelenen bir film perdesi, rüyalarım ondan bir cüz. Dünya, dün-ya anılar dün, acılar dün, günahlar dün, mutluluklar ve her nefes dün gibi kalıyor mazide. Biz santim santim yinelenirken bu terazide, belki de kendimizi tartıyoruz her nefeste. Tartarak bulmaya çalışıyoruz benliğimizi, terazinin diğer küfesinde acıların ağırlığı, hep onlarla dengeliyoruz hayatımıza yeni katılacak izleri, mutluluklarımızı dahi biraz acı katarak dengeliyoruz. Belki de, benliğimizi aradığımız için acılarla dolduruyoruz ağırlık dengelediğimiz küfeyi. Tasavvufta ilk kurallardan biridir benlik belasından sıyrılmak, mutlu olmanın ilk kuralıdır delirmek.

      Bir emanete sahibiz hepimiz bilsek de bilmesek de... Emanetin sahibi gelene dek unutmuş gibi yapsak da, her fırsatta yalanladığımız en acı gerçek ile hatırlatır bize, ölüm... Kim emanetini verdiği gibi almak istemez ki? Kim beyazının kirlene kirlene sararmasından hoşnut olur? Ömür denen şu pazarda sırtımızdaki küfeye atıyoruz her şeyi, attıkça ağırlaşıyor bu yük. Her gün ama her gün sararıyor diye beyazımız, bir yaprak daha çeviriyoruz sayfamızdan yarınlara. Bilmem ki temizler mi bizi masmavi göklerin beyaz yünlerinin gözyaşları?

     Kaç çocukluk yaşadık bu zamana dek şu kiracı ömürde? Bilmem kaç kez içimizden gülümsedik birbirimize, gözlerimizle, yüreğimizle. Farkında olmadan karşımızdakinin hüznü bulaşıyor üzerimize. Yıllarca kullanılmadan duran materyaller gibi yaşıyoruz üzerimizde zerrecikler ile. Sevinç, rüzgarın ta kendisi, estikçe kaldırıyor üzerimizdeki şu ölü toprağını ve yeniden hayat buluyoruz çektiğimiz o derince bir nefesle. Ahhhh ciğerlerimiz....

 

İÇİMİZİ YAKIYORLAR


     


       Bir işe nasıl başlayacağını karar vermeyenler o işe hiç başlayamayanlardır. İşte ben, geçen yazımdan bu yana bir değişiklik olmayan hayatımda, bu yazıya nasıl başlanacağını aslında nasıl başlanamazı anlatarak başlamak istedim, gecenin dört çeyreğinde...

      İkinci paragrafımı da ikinciye nasıl başlanamazı anlatarak başlamak isterdim belki ama 3, 4, 5... diye giderken kısır döngüye girmekten korkuyorum :) Güldüğüme bakmayın siz mesele mühim dostlar, toplanın hele. İçimizde yangın var.

       İçimizde yangın var, bunu yakan onlar, el bebek gül bebek büyüten ise bizler... Ben güzelce yazmayı bilmem, yeri gelir noktalama işaretlerini doğru kullanamam, her konuda fikir sahibi olamam ama iş yangına gelince iyi yanarım! En az bir davası olan insan gibi, Filistin'de evladını toprağa veren anne gibi, sosyalleşme adına gevşeyen neslimize yananlar gibi yanarım.

      İlmek ilmek örülen, perçin perçin kenetlenen, adeta bu coğrafyanın tüm kaderini değiştirecek olan örf, adet ve ahlak hırkamızı yıllardır üzerimizden çıkartıp bizi çırılçıplak, savunmasız bırakmaya çalışanlara da veyl olsun. Medeniyetler beşiği dediğimiz bu coğrafyada kilisesinden havrasına, sinagogundan cemevine yüzyıllardır dokunmayıp, tabiri caizse kimsenin tavuğuna pişt dahi dememenin huzurunu yaşıyorken, nedense bizim tavuklarımızı şişe takıp bize servis etmeleri bir yana yine bizim afiyetle yedikten sonra kabarık bir hesap ödemeye itenlere de veyl olsun.

      Merhum Mehmet Akif Ersoy'un şiirinde geçen ''Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli''dizelerini bize çok iyi ezberletip anlamını aşılamadıkları günden beri, adamlar bize ezan okunurken müzik dinlemeyi, televizyonu kapatmamayı, yatmayı, ayak ayak üzerine atmayı öyle de güzel öğretmişler ki ezana hürmeti, saygıyı, sanki 40 yıllık evliliklerin tek celsede boşanmaları gibi unutuvermişiz.

     Okumayı sevmeyen kişi kendi neslinin felâketidir, tarihini bilmeyen kişi ise gelecek nesillerin başına beladır. Hepimiz yakın zamanda yaşadık ve gördük ki  "Muhteşem Yüzyıl" adlı bir belayı başımıza musallat ettik. Bakın dostlar musallat ettik diyorum çünkü reyting rekorları kırdıran yine bizlerdik. Konuya fazla girmek istemiyorum çünkü bu meseleler başlı başına bir yazı sebebidir. Sadece şunu demek istiyorum ki o dizide gösterilen kişiler bizim atalarımız değil, diziyi çekenlerin kokuşmuş zihniyetlerinin bir tezahürüdür.

     Trajikomik olan şu ki bozuk olanımız dahi toplumun düzelmesini istiyor. Dizilerin yüzde yüzünü, magazinin yüzde binini hayatımızdan çıkartmadıkça ahlak olarak çöküşümüzün farkına dahi varamayacağız ve yıllar sonra bizde olan hazineyi nasıl yitirdiğimizin farkına varıp kafamızı duvarlara vura vura helak olacağız. Benden daha az seveni ve daha fazla tanıyanı olan birinin, sırf tanınıyor diye ''ünlü'' sıfatı altında yaptığı ahlaksızlığı magazin adına pazarlamaya çalıştıklarında hırsımdan ağlayacak gibi oluyorum. Evet az seveni dedim çünkü beni sevenler bir hatada en büyük düşmanım olmazlar...

     Her zaman diyorum ve yılmadan diyeceğim. Kendi evlatlarımızdan başlayarak gelecek nesilleri bir dert, bir dava uğruna yetiştirmek zorundayız. Zorundayız diyorum çünkü her fırsatta değerlerimiz aşağılanıyor ve ne yazık ki neslimiz bunun farkında bile değil. Kusuruma bakmayın dostlar bazı şeylerin idrakine vardığım günden beri yanıyor içim, söndüremiyorum. Bu dertle yaşamak, bu dertle ölmek bile güzel. Kalın sağlıcakla,dertle,davayla :).


     



BİR ŞİİR - 2

                                         


   

           





                                         Analiz eder başlarım adımlarım öncesinde

                                         Balyoz alıp neşter indir kalbin hasret hücresine

                                         Uçurtmalar uçururum gönlün kurak tepesinde

                                         Bir hayalim var ki sorma hayalimin tam içinde


                                         Küflü kalbim bir aşk taşır gelir Diyar-ı Durak'tan

                                         Ben bir esir kıvılcımım seni aşkla yakamam

                                         Hiç harama bulaşmadan ve hiç yalana dolaşmadan

                                         Tepemize nur örmeye gelirdi Yâr Durak'tan


                                         Hayalim bir nur ummana dalar dalar çıkarda

                                         Seni andığım her anda ellerim hep semada

                                         Hasretin de kement atar kıldan ince boynuma

                                         Dizelerimde bağ kalmaz bağım bahçem sen ol da


                                         Kalbe bir zafiyet gibi hiç düşünmez düşersin

                                         Bu gönülden gülüşüme peki ya sen ne dersin?

                                         Kutuplarda buzadam çölde gibi yanarmış

                                         Kalp yanarda buharı gözden suyla çıkarmış


                                        Geçmişimle kavgalıyım derim ben hep pişmanım

                                        Gayba ümit ediyorum sendedir de dermanım

                                        Vazgeçilmez ısrarımla aşkına tiryakiyim

                                        Vurgun yerim mecazlardan ifademde gizliyim


                                        Ben mücevher âmâsı renk cümbüşü gizlerim

                                        Az bulunur ender olanı Padişah'tan isterim

                                        Ahir zaman pisliğinden nazargâhı arındır

                                        Emin ol ki gaybi yârim gönlüm sensiz tam takır


                                       Birden gelip umarsızca kalp ayağa kaltığında

                                       Yüzünde göz izi vardı o yüzüne baktığımda

                                       Pire için yorganları ateşlere vermeliydin

                                       Beyazın bin tonu varsa en pakıyla gelmeliydin

                                                                                                                       11/01/2014




GÖKYÜZÜNÜ SEYREYLE

     Bu gün sizlerle serisini yapmayı düşündüğüm ''Bir şiir''  yazımın ikinci şiirini paylaşacaktım. Fakat hava çok güzel, bizler de hüzünlüyüz her daim, o sebepten dolayı birlikte gökyüzünü seyir edelim mi?
 
     İnsan bazen veya çoğu zaman bahaneler aramalı sevdikleri için ve bahaneler bulmalı sevdiği şeyler için. Ben gökyüzünü izlemeyi severim, bugün de bir bahanem var ''hava güzel'' :))...
 
     Burası Dünya!! Herkes gökyüzünü kendisinin sanıyor. İnsanoğlu öyle bir varlıktır ki bazen, tapulayıp parselleyebilseydi gökyüzünü, eminim ki kiraya verirdi izlememiz için... Sahip olma duygusu, elde etme dürtüsü, bunlar çok komik geliyor bana. Böyle durumlarda iken Aziz Mahmut Hüdayi hz.' nin bir şiirini mırıldanmadan da edemiyorum ''Ne verdinse o dahi nemiz var.''  Sahi dostlar dahi nemiz var? Haydi gidelim desek yine O'nun(c.c.) çağırmasını bekleyeceğiz. Haydi gidelim demeye dahi O'nun(c.c.) konuşma fiiliyatını yaratmasına muhtacız. Sahip olduğumuzu sandıklarımızı gözden geçirme zamanı gelmişte geçiyordur belki de.

      Kendini gökyüzü gibi görenlere rahmet olsun, niceleri toprak altında. Ölmeden önce ölenler, toprak gibi olanlar ise asıl vatanında. Kuşlar yerde iken gurbettedir, bizler ise gökyüzünde... Yani diyeceğim o ki aziz dostlar, kendimizi çok görmemek lazım. Biz neyiz ve kimiz ki başkasında kusur arıyoruz, çam gövdesiyiz desek bile çıra gibi yanıyoruz. Bir nefesiz her birimiz, verip alamadığımız...

        Gökyüzünü seyreyleyin bu nimet bedava!! Tefekkür edersek artı dönüşü bile var. Düşünsenize dostlar dağa, taşa, ağaca, kupkuru toprağa bakıyorsun da tefekkür edersen senin olmayan bir şeyden sevap kazanıyorsun. Onlar bile emir altında mesela bir yaprak Allah(c.c.) "Kıpırda" emrini vermese kıpırdayacak değil. Azameti ve yüceliği sonsuz olan Allah'a şükürler olsun.

         İşte şu toprak! Üşür mü bir rüzgarla? Şu dağ, şu taş üşürler mi dersin? Elbette üşürler fakat ''üşü'' emrini beklemekten başka çareleri yok. Vücudumuzdaki her zerre biz haberdar olmadan  bir ''üşü'' ve ''yan'' emri altındadır. Rabbim dilediğini üşütür, dilediğini yakar. Ben bilmem....  

İNCİNİYOR HATIRAM

Size de oluyor mu bazen? Yükseklere çıkarttıkça beklentinizi, karşılığını alamadığınız vakit bir incinme yaşıyor musunuz? Onlarca saat çalışıp emek verdiğiniz bir işi, karşı tarafın beğenisine sunduğunuzda bir kerecik bile yüz ekşitmesi sizi de incitmiyor mu? Peki bir fikre, yaşam hakkına veya bir davaya yapılan gayr-i ahlâkî durumlardan inciniyor musunuz?

   Yeryüzü, Baba Adem (a.s.)'dan bu yana bir dava uğruna yanıp tutuşuyor. Nesillerdir hayatımızda olan iyi-kötü çatışması kimi zaman bir olayın etrafında takınılan tavırlar ile tüm dünya insanlığında, çoğu zaman yapılan sinema filmlerinde ve dizilerde, kimi zaman ise içimizde kendi hesaplaşmamız ile çatışmaya düştüğümüz bu kavgalar ilk olarak Kabil'in Habil'i öldürmesiyle başladığını hepimiz biliyoruz. Fakat çoğumuzun nereden geldiğini anlam veremediği bir şey daha var. İçimizdeki bu sızı...

   İçimdeki bu sızı beni ziyadesi ile incitse de ben daha çok Baba Adem(a.s.)'ın incinmesine inciniyorum.  Arakan'da, evladı bir köşede, kendi bir köşede ayrı ayrı işkence gören bir anne ümmeti bekliyor ve nasıl inciniyorsa, Doğu Türkistan 'da kardeşlerimiz zulme uğramaktan ziyade bizim sessiz kalışımıza inciniyorsa, Filistin'de can kardeşlerimiz kendi vatanlarında sığınmacı muamelesi görüyor ve bizim onları izlememize şaşırarak inciniyorlarsa, Selahaddin Eyyubi'ye rahmet okur işte bende öyle incinirim. Azerbeycan'da gardaşlarımız  Hocalı Katliamından bu yana daha da bir inciniyorlarsa, bende Türkiye'de Türk'üm diye dolaşıp bundan bi haber gençliğe bakıp öyle incinirim. Hemen hemen aynı yıllarda Bosna'da canlarımız Srebrenista Soykırımında ''Çocukları küçük kurşunla öldürürler değil mi anne?'' sorusuna muhatap annemiz başını öne eğip gözyaşları ile nasıl inciniyorsa, hala Türk ve Müslüman devletlerini ''BİR'' görmeyip, ''ama onlar şöyle, onlar böyle, onlar bizden çok farklı'' diyen andavalları görür, başım önde incinirim...
    
   Bir kez daha ve bir kez daha, hatta defalarca kez insan olduğumuzu unutmayıp bu ''iyi-kötü'' çatışmasının bizden önce bitmediğini ve bizden sonra da bitmeyecek olduğunu iyi bilmeliyiz dostlar. Özümüzü unuttuğumuz an, dünya üzerinde yaşayan ölüler gibi dolaşırız ve insan ancak merhameti varsa insandır, fikir, kabiliyet, güç çok çok sonraları gerekir. Bu savaşın üç tarafı var. İyi, kötü ve olanları izleyenler yani gerçek kötüler. Gelin, biz insan olalım ve insan kalalım. İncinmesin hatıralar...















YEDİ GÜZEL ADAM

    Son zamanlarda ne hikmetse içimde sürekli bir sorunun doğurduğu bir konu var. Yürürken, otururken ve bazen de konuşurken aklımın bir köşesinde, kalbime gelip gelip giden ve beni uzun uzadıya düşündüren, hayaller kurduran, belki de artık bu konuyu da yazmam gerektiğini düşündüren bir soru. 40 yıl öncesinin gençleri yaşadıkları dönemin 7 güzel adamına müracaat ediyorlar, fikirlerini alıyorlar, davalarının ucundan tutuyorlardı. Peki biz, kendi çağımızda hangi 7 güzel adamlara gideceğiz, kimlere müracaat edeceğiz? 

    İşte soru buydu dostlar. Bu soruya cevap bulmak için belki de yazmam gerekiyordu, bende öyle yaptım. Cevabı bulur muyum bulamaz mıyım, ben bilmem ama bildiğimi tahmin ettiğim bir şey var. Allah zamanını (en azından benim bilmediğim) bizim bilmediğimiz dönemlerde bir  müctehid, kutup, gavs gönderiyorsa işte böyle belirli dönemler içerisinde yedi güzel adamlar da gönderir. Herkesin mutlaka hayatının belirli dönemlerinde bu adamlar yön vermiş, düzen oluşturmuş ve tüm kepazeliğe inat edercesine inandığı davayı, olması gereken veya buralarda da olmaz kardeşim dediğimiz platformlarda anlatmaya çalışmışlardır. Peki her zaman başarılı olmuşlar mıdır? Bu hiç önemli değil ve hiç te önemli olmaması gerekir. 
   Bakın dostlar, canım dostlar, aziz dostlar, bir babanın evladına nasihat etmesiyle önemli kararlar aldırıp hayatına yön verdiği durumlardan bahsetmiyorum bilakis bir davadan bahsediyorum, islam davasından.

  Sizlere hemen aşağıda onlar ile aynı dönemi geç de olsa  yakaladığım güzel adamlar bırakıyorum ve bu listeyi belki de yaşayan yüzlerce güzel adamı temsilen yazıyorum. Onlar bir güzel uğruna güzelleştiler, bir güzelle ola ola güzelleştiler. Bizim tesellimiz ise güzel olamasak da güzelleri sevenleri sevmektir ancak.

Nurullah Genç
Bekir Develi
Serdar Tuncer
Dursun Ali Erzincanlı
Hayati İnanç
Yusuf Kaplan
Mehmet Yurtbay

  Kiminin listesinde işte bu yukarıdaki güzel adamlar varken, kimilerinde ise tamamen güzelliklerden uzak, dava şuuruna zıt veya ihanet edenler dahi olabilir. Herkesin düşünce yapısına, yaşam tarzına ve inandığı davaya göre güzel adamları farklıdır dostlar. Fakat herkesin güzel adamları farklı diye güzelleşmez listedekiler. Onlar zaten listelerde olmasalar dahi güzeldir, en doğrusunu Allah bilir vesselam.

 Listemizin akabinde dava sahibi insanların gönüllerinde yer etmiş tescilli 7 güzel adamı da paylaşmak istiyorum. Selam olsun her birine...

   Hayat bazen karmakarışık olabilir, içinden çıkılmayan anlarda herkes Allah'a yönelir. İşte bu yönelmeyi hatırlatan güzel adamlar güzeldir. Rüzgâr bazen saçını düzelttiğin an çıkıverir meydana, yine karmakarışık olur her yerin fakat dava sahibi bir mümin gerektiğinde saçını traş etmeyi de bilir başını vermeyi de...

  Hayat kısa, yaşam çok uzundur, öldükten sonra da devam eder... Sizler de yorumlar kısmına güzel adamlarınızı bizimle paylaşıp farklı güzellikleri yakalamamıza katkıda bulunabilirsiniz, yazalım güzelleşelim.. Kalın sağlıcakla...