BİLME-BULMA-OLMA


 İnsan; evet ben de birçoğu gibi yazıma insan diyerek başlayacağım. Çünkü insan, tek başına varlığın sırrına haiz bir varlıktır. Yalnızca üzerine eğilip düşünülmesi, mütalaa edilmesi neticesinde birçok bilginin ve harikulade şeylerin zuhuratına vakıf olunabilecek bir varlıktır. İnsanı sair hayvanlardan ayırt edici bir hassasının olmasını akıl gerekli görüyor.

Aynı sair hayvanat gibi insan da yiyor, içiyor, uyuyor, yürüyor, çoğalıyor demek ki insanı insan yapan mümeyyiz özellik yemek yeme veya bir şeyler içme değilmiş. Evet, aslında yemek yerken hayvan gibi yememek insanın bir özelliğidir. Ancak asıl mümeyyiz özelliği, insanoğlunda bulunan nutkiyettir. Düşünebilme kabiliyeti. Düşünmek! Ama neyi, nasıl, her düşünen kişi insan olmuş demek midir? Elbette değil. Eğer kişi ulvi olana kafa yorar ve ilmini marifete çevirirse insan olma yolunda adımlar atmış sayılabilir. Fakat yapmış olduğu düşünme işlemi daha çok yemek, daha çok içecek ve daha çok mal mülk üzerine olursa, daha fazla malikiyet isterse; o zaman insan hayvandan daha aşağı bir seviyeye iner. Yani, hayvanata ait özelliklere kafa yorup bunları elde etmeye uğraşan, salt bir materyal zihniyet “esfelü’s-safilin “ve “bel hum edal” ayetlerinde belirtilen vasıflarla yüz yüze gelen kişidir.

 İnsanı insan yapan yapıcı ve mümeyyiz özellik aslında salt bir düşünce değildir. Aksine düşündüğü şeydir. Yani insana insan deyişimiz, mutlak varlığı düşünebilme akledebilme ( akledebilme özelliği kuranda kalbe verilmiş bir özelliktir. ) potansiyelidir. Bu potansiyel her kimde bil fiil hayata geçirilirse o kişi insan olma sınırını zorlayabilmiş demektir. Necip fazılın tabiriyle; cemadat, nebat olma sınırını zorlamış ve neticede bazı taşlar ancak bitkinin bazı özelliklerine sahip olmuştur. Bitkiler, hayvanat sınırını zorlamış neticede hurma gibi erkeği dişisinin üstüne binen bir bitki var olmuş. Hayvanat insan sınırını zorlamış ve neticede atlar gibi duygusallaşabilen ve maymunlar gibi insana çok yönden benzeyen hayvanlar var olmuştur. İnsan ise; Allah’ın CC. ahlakıyla ahlaklanma çabası içerisine girmelidir. Ve bu çabaya giren birçok insan gerçek insan olma sadedine ermiş hatta Allah’ın CC. ahlakıyla ahlaklanmıştır. Allah’ın bazı sıfatlarıyla vasıflanmış bir kişi haline gelmiştir.( ALLAH’a has vasıflar değil.). Allah’ın ahlakıyla ahlaklanan kişi hakiki halifedir. Eşya üzerine bazı muallak tasarrufa sahip olabilir. Aslında her insan eşya üzerine muallak bir tasarrufa sahiptir zaten. Benim demek istediğim aklın sınırını zorlayacak harikulakıl olaylara güç yetirebilir bir hal almadır. Mevzu elbette bu değildir. Lakin bu da doğru şeyi düşünebilmenin bir semeresidir. 

Ahlaklanma yolunun en başı bilmeyle başlar. Bilme işi de bir üstadın dudaklarından dökülen incileri elde etmekle hâsıl olabilir. 

Bilgi! Bilgi nedir? Bu soru bizden önceki hemen hemen her asırda sorulmuş ve tartışmalara, ötekileştirilmelere yol açmış bir sorudur. İmam maturidi gibi birçok kelam âlimi, filozof ve sair ilim erbapları bilginin yolları hakkında görüşlerini ortaya koymuşlardır. Elbette zahiri sınırlar içerisinde manaya önem veren mutasavvıflar da bilgi hakkında kendi öneri ve yorumlarını sunmuşlardır. 

Özellikle manevi ve zahiri ilimlerin en çok çakıştıkları bir konu haline gelen bilgiyi İmam Gazali hazretleri çok güzel özetlemiştir. Kelamcıların doyurucu olmayan delillerini yetersiz görmüş ve bilginin “üçün ondan büyük olduğunu bilmek kadar yakini olması gerektiğini” savunmuştur. Duyu organlarımızla hissettiğimiz mahsusatın yanıltıcı olabileceğini, yıldızlara gözün vermiş olduğu hükmü aklın inkâr etmesiyle ispat etmiştir. Çünkü akıl, gözün nokta kadar olduğuna hükmettiği yıldızların yaşadığımız gezegenden daha büyük bir cisim olduğunu bizlere öğretmiştir. Hatta bu bilgi şek götürmez (yakinî) bir hal almıştır. 

Aklın vermiş olduğu bazı hükümlerde tutarsız olma ihtimali vardır. Çünkü akıl sadece zahiri varlıkları anlayabilir bir potansiyele sahiptir. İnsanlık tarihinin başından beri harikulade olan olaylar aklı dumura uğratmıştır. Ve şimdiki zamanımızda da aklın metafiziksel konulardaki tutarsızlığını bizlere gösteren nebevi bir haslet canlıların tamamında mevcuttur. Ancak kimse bu konular üzerinde durup düşünmeye meyletmez. İmam Gazzali (k.s.) bu nebevi hasletin rüya olduğunu söylemiş ve aklın normalde rüyadayken görme koklama ve tatma gibi duyuların işlevsizliğine hükmettiğini belirtmiştir. Çünkü fonksiyonu iptal olmuş bir vücutta hissetme işlevinin de olmaması gerektiğini akıl iddia eder. Ancak rüya bunun aksini bizlere yaşatır. İmam Gazzali (k.s.)  buna ve bu gibi nebevi hasletlere dayanarak mana âlemine dair aklen yapılan yorumların tutarsızlığını ve şek götürür olduğunu savunmuştur. 

Peki, varlık hususunda gerçek bilgiyi, şek götürmez bilgiyi hangi yolla elde edebiliriz? Buna da imam gazzali cevap vermiş ve bildiğimiz aklın üstünde başka bir aklın varlığından söz etmiştir. Yani kalbin aklı, klasik tasavvuf kitaplarında ki ifadesiyle kalp gözü. ALLAH c.c. da akledebilme özelliğini kuranın her yerinde kalbe vermiştir. İbnu’l Arabi gibi birçok mutasavvıfta kalp aklıyla varlığın gerçek mi yoksa hayal mi olduğuna dair yorumlar yapmışlardır. İmam rabbani hazretleri de varlık hakkında farklı yorumlar yapmış ve vahdeti vücut anlayışını aşılması gereken bir mertebe olarak tanımlamıştır. Yani olmak için vahdeti vücudu geçmek gerekir. Vahdeti şuhudu aşmak gerekir ve en sonunda “abdiyyet” makamına erişmek gerekir.” Abdiyyet” kulluk makamı. ALLAH ile eşyayı bir birinden ayırt edebilme. Velhasıl bilme yolculuğu tezkiyeyle bulmaya ve bulma yolculuğu da daha fazla gayret ve taleple olamaya götürür. Bu yolların usulünü de tasavvuf kitapları gerektiği şekilde beyan etmiştir. 

İnsan olmak, ölmeden önce ölmek, gerçek varlığı anlamak, var ile yokun arasındaki ilişkiyi anlayabilmek, bu ancak tatmakla mümkün olabilir.

Vel-Leyl


 “Karanlığı ile bürüdüğü zaman geceye,
Aydınlandığı zaman gündüze,
Erkeği ve dişiyi yaratana yemin olsun ki...


Leyl Suresi’nin ilk üç ayetinde böyle yemin ediyor Yüce Allah. Geceye ve gündüze... Erkeğe ve dişiye... Kâinattaki iki zıt olaya, tasarrufu yalnız kendinde
olan iki olaya... Yüce Allah kâinattaki ve insanlardaki bu karşılıklı simetrik gerçeklerin ve durumun üstüne yemin ederek insanların çalışmasının ve gittikleri yolların çeşitli olduğunu belirtmektedir. Dolayısı ile alacakları karşılığın da çeşitli olacağını ifade etmektedir.Tasdik edip iman edenle, yalanlayıp itaat etmekten yüz çeviren aynı değildir. Her birinin bir yolu, bir akıbeti ve kendine uygun bir cezası vardır. Zaten başka bir ayette ;

“Kim zerre kadar kötülük ederse karşılığınıgörecek, yine her kim zerre kadar hayır işlerse karşılığını alacak.”

diye uyarmıyor mu?

      Ben burada sureye de isim olan “leyl” kelimesi üzerinden yola çıkarak asıl maksadımı ifade etmeye çalışacağım. Bir zamanlar beğenip ezberlediğim bir
beyit paylaşmak istiyorum. Ne kadar muvaffak olacağım okuyucuların hüsn-ü zanlarıyla alakadardır. Çünkü büyük şair Mehmet Akif’in dediği gibi;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü ne sanatkârım...
Bilindiği gibi leyl gece, karanlık manalarını ihtiva etmektedir. Günümüzde pek kullanılmayan, anlamı  git gide unutulan bu kelime divan şairlerimiz tarafından sıkça kullanılmaktaydı. Kays’ı “mecnun” eden bu kelime bakın şair tarafından nasıl ustalıkla dile getirilmiş;

“Mecnun ile bir aşk mektebi içre okurduk
Ben Mushaf’ı hatmettim o Vel-leyli’de kaldı”

“Aşk mektebinde Mecnun ile sıra arkadaşı olmuş
birlikte okuyorduk. Eğitimin sonunda ben Mushaf’ı
(Kur’an’ı) hatmettim, ama o Leyl suresinden öteye
geçemedi; orada takılıp kaldı!..”

Zavallı Mecnun, belli ki ezber sırası Leyl (Gece) suresine gelince Leyla’yı hatırlamış ve bir daha aklını toparlayıp ezberini tamamlayamamış. Şair de âşıklığıyla
ün salmış Mecnun’la kendisini kıyas ediyor ve kendisinin ondan daha büyük âşık olduğunu söylüyor. Çünkü Kur’an’da geçen 114 sureyi kendisi ezberlemiş
ancak Mecnun Leyl’de takılı kalmış. Burada ondan daha çalışkan istekli bir talebe olduğunu söylüyor. Bir başka açıdan bakacak olursak; aşk mektebinde okurlarken Mecnun’un kendisini fani sevgiliye adadığını, hakiki sevgiliyi bulamadığını dile getiriyor. Çünkü en
büyük aşk ilahi aşktır. İşte bu yüzden de Vel-Leyl’de kalmış derken fani aşkı baki bir aşka tercih ettiğini söylüyor ve fani sevgilisi olan Leyla’da kalmış demeye getiriyor. Beytin bir başka anlamında ise şair bu sefer Mecnun’u adeta ayıplıyor. Çünkü Mushaf aydınlık demektir, yol gösterici ışık demektir, onsuz insan karanlıktadır. Kendisi Mushaf’ı hatmederek aslında doğru yolu, baki sevgiliyi bulduğunu, yolunu
O’nunla aydınlattığını belirtiyor ancak Mecnun bunu yapamamış, kendisini Leyla’da unutmuş, yani karanlıkta kalmıştır...

Yeter ki okunup idrak edilsin, gayesi bilinsin. Tek gaye O’nu hoşnut edebilmek değil midir? Allah, Leyl suresinin
son ayetinde kendisini hoşnut edenlere vereceği mükâfatı da söylüyor;

“Elbette kendisi de hoşnut olacaktır.”

Bu ne büyük bir mükâfat ve ne büyük bir nimet! Dininden hoşnut olacak, Rabbinden hoşnut olacak...Kaderinden hoşnut olacak... Nasibinden hoşnut ola-
cak... Sıkıntıda ve rahatlıkta bulduğu şeylerden hoşnut olacak. Zenginlikten ve fakirlikten, kolaylıktan
ve zorluktan, bolluktan ve darlıktan hoşnut olacaktır. Hoşnut olacak, endişeye kapılmayacaktır; sıkılmayacak, acele etmeyecek; omuzladığı yükü ağır görme-
yecek, hedefi uzak görmeyecektir. Kuşkusuz bu hoşnutluk her mükâfattan daha büyük olan en büyük mükâfattır. Bu mükâfatı ancak Allah verir. Kendisine candan ve samimi olan, kendisinden başka hiçbir kimseyi görmeyen kalplere oluk oluk akıttığı bir mükâfattır bu. 

"Elbette kendisi de hoşnut olacaktır."

 Hoşnut olacaktır, çünkü bedelini
 vermiştir. Vereceğini vermiştir.
Rabbim bütün inananları kendisinden hoşnut etsin!!

ARKA BAHÇEM


Küçüktük, ellerimizden kayıp gitmişti zaman,  büyüyünce anlıyor insan, orta yaşa gelince daha bir hüzünlü oluyor sanki. Bir el serpiştiriyor hüzün zerreciklerini başımızdan aşağı. Hareket ettikçe uçuşan zerrecikler gidip konuveriyor bir başkasının üzerine.

     Ağır bir imtihandan geçtiklerini bilerek yaşayanların aksine her şey sabırsız şimdilerde. İnsanlar sabırsız, vasıtalar sabırsız, binalar ve duygular sabırsız, her şey sanki kendi sonuna bir an önce ulaşmak istiyor gibi çatlarcasına koşuyor sonuna doğru. Hayat yolunda hızla geçerken atladığı anıları, acıları ve hayata dair her şeyi de ağır ağır yaşadığı bir ölüm anında hatırlıyor belki de insan.

    Biz kısa yolculuklar yapanlar için çok uzun geliyor bazen hayat, bazen de bir an... Can kuşumuz uçacak gibi pür dikkat dinlediğimiz imam efendinin okuduğu sela, uzaklaştırıyor sevdiklerimizi bizden. Gülüşler acı, bakışlar yorgun ve gönül terazimizde bulunan manevi ağırlığı bir soruyla kaldırıp atıveriyoruz küfeye "nasıl bilirdiniz?"

    İşte bak bir önceki paragrafta bitti hayat. Taptaze umutlarla yeşerttiğimiz cesaretimizi kaç kez daha korkak gibi köşeyi dönmeden koyacağız cebimize, kaç kez hayatı 12 den vuramama korkusuyla geçeceğiz atış poligonunun önünden, kaç kez daha arka bahçemize atacağız ertelenen umutları? Deneseydik şu canına yandığımın dünyasında bir atışı belki böylesine kurumaya yüz tutmuş umutlar ekmezdik arka bahçemize.

   Planlar, şımarıklıklar, ihtiyaçlar; sınırsız olan istekler burada yarıda kalıyor her zaman. Ebediyyen bir hayat başlıyor bu oyunlar sonrası ve bir anda korkuların ardına saklanıveriyor samimi gülüşler, dünyada yapamadığım havf ve reca sıratının üzerinde sendeliyorum bir mağfir ve yüzlerde acı bir tebessüm yüzde doksanının. İnsanların soğuk bakışları yakıyor yüzümün değen kısımlarını, kışın yalancı kış güneşi gibi üşütüyor bedenimi.

    Sana söz; inşaallah bahar gelecek, yağmuru bir bulut gibi alacağım ağzımdan göğüs kafesimin içine, dönecek bir tane doksandokuzluk değirmen kalbimin tam üstünde ve ben her işin başında yapılması muhakkak olan şeyi sonda yapacağım bu kez ''İlâhî ente maksûdî ve rızake matlûbî'' Ertelediğimiz her mevsime inat bir gün o çiçekler açacak arka bahçede, İnşaallah...



BAŞLIKSIZ YAZI


     Hüznümün tohumlarını saçıyorum bulutlara, sicim gibi yağmur yağıyor gerisingeriye. Üzüntünün bedelini ciğerler ödemeli algısını yıkıyorum derince bir tek nefesle. Nefes öyle keskin ki olan yine caanım ciğerlere oluyor. Sağ olsunlar... Sağ demişken hafız, sağ kalanlar mı gidendir yoksa göçenler mi? Biz kimi sevdiysek hep, Dünya'dan bırakmışız Ukba'ya doğru, acılar gibi, dualar gibi.

      Göçenler gider, kavuşur yurduna, asli vatan Ukbâ'dır. Dünya sahnelenen bir film perdesi, rüyalarım ondan bir cüz. Dünya, dün-ya anılar dün, acılar dün, günahlar dün, mutluluklar ve her nefes dün gibi kalıyor mazide. Biz santim santim yinelenirken bu terazide, belki de kendimizi tartıyoruz her nefeste. Tartarak bulmaya çalışıyoruz benliğimizi, terazinin diğer küfesinde acıların ağırlığı, hep onlarla dengeliyoruz hayatımıza yeni katılacak izleri, mutluluklarımızı dahi biraz acı katarak dengeliyoruz. Belki de, benliğimizi aradığımız için acılarla dolduruyoruz ağırlık dengelediğimiz küfeyi. Tasavvufta ilk kurallardan biridir benlik belasından sıyrılmak, mutlu olmanın ilk kuralıdır delirmek.

      Bir emanete sahibiz hepimiz bilsek de bilmesek de... Emanetin sahibi gelene dek unutmuş gibi yapsak da, her fırsatta yalanladığımız en acı gerçek ile hatırlatır bize, ölüm... Kim emanetini verdiği gibi almak istemez ki? Kim beyazının kirlene kirlene sararmasından hoşnut olur? Ömür denen şu pazarda sırtımızdaki küfeye atıyoruz her şeyi, attıkça ağırlaşıyor bu yük. Her gün ama her gün sararıyor diye beyazımız, bir yaprak daha çeviriyoruz sayfamızdan yarınlara. Bilmem ki temizler mi bizi masmavi göklerin beyaz yünlerinin gözyaşları?

     Kaç çocukluk yaşadık bu zamana dek şu kiracı ömürde? Bilmem kaç kez içimizden gülümsedik birbirimize, gözlerimizle, yüreğimizle. Farkında olmadan karşımızdakinin hüznü bulaşıyor üzerimize. Yıllarca kullanılmadan duran materyaller gibi yaşıyoruz üzerimizde zerrecikler ile. Sevinç, rüzgarın ta kendisi, estikçe kaldırıyor üzerimizdeki şu ölü toprağını ve yeniden hayat buluyoruz çektiğimiz o derince bir nefesle. Ahhhh ciğerlerimiz....

 

İÇİMİZİ YAKIYORLAR


     


       Bir işe nasıl başlayacağını karar vermeyenler o işe hiç başlayamayanlardır. İşte ben, geçen yazımdan bu yana bir değişiklik olmayan hayatımda, bu yazıya nasıl başlanacağını aslında nasıl başlanamazı anlatarak başlamak istedim, gecenin dört çeyreğinde...

      İkinci paragrafımı da ikinciye nasıl başlanamazı anlatarak başlamak isterdim belki ama 3, 4, 5... diye giderken kısır döngüye girmekten korkuyorum :) Güldüğüme bakmayın siz mesele mühim dostlar, toplanın hele. İçimizde yangın var.

       İçimizde yangın var, bunu yakan onlar, el bebek gül bebek büyüten ise bizler... Ben güzelce yazmayı bilmem, yeri gelir noktalama işaretlerini doğru kullanamam, her konuda fikir sahibi olamam ama iş yangına gelince iyi yanarım! En az bir davası olan insan gibi, Filistin'de evladını toprağa veren anne gibi, sosyalleşme adına gevşeyen neslimize yananlar gibi yanarım.

      İlmek ilmek örülen, perçin perçin kenetlenen, adeta bu coğrafyanın tüm kaderini değiştirecek olan örf, adet ve ahlak hırkamızı yıllardır üzerimizden çıkartıp bizi çırılçıplak, savunmasız bırakmaya çalışanlara da veyl olsun. Medeniyetler beşiği dediğimiz bu coğrafyada kilisesinden havrasına, sinagogundan cemevine yüzyıllardır dokunmayıp, tabiri caizse kimsenin tavuğuna pişt dahi dememenin huzurunu yaşıyorken, nedense bizim tavuklarımızı şişe takıp bize servis etmeleri bir yana yine bizim afiyetle yedikten sonra kabarık bir hesap ödemeye itenlere de veyl olsun.

      Merhum Mehmet Akif Ersoy'un şiirinde geçen ''Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli''dizelerini bize çok iyi ezberletip anlamını aşılamadıkları günden beri, adamlar bize ezan okunurken müzik dinlemeyi, televizyonu kapatmamayı, yatmayı, ayak ayak üzerine atmayı öyle de güzel öğretmişler ki ezana hürmeti, saygıyı, sanki 40 yıllık evliliklerin tek celsede boşanmaları gibi unutuvermişiz.

     Okumayı sevmeyen kişi kendi neslinin felâketidir, tarihini bilmeyen kişi ise gelecek nesillerin başına beladır. Hepimiz yakın zamanda yaşadık ve gördük ki  "Muhteşem Yüzyıl" adlı bir belayı başımıza musallat ettik. Bakın dostlar musallat ettik diyorum çünkü reyting rekorları kırdıran yine bizlerdik. Konuya fazla girmek istemiyorum çünkü bu meseleler başlı başına bir yazı sebebidir. Sadece şunu demek istiyorum ki o dizide gösterilen kişiler bizim atalarımız değil, diziyi çekenlerin kokuşmuş zihniyetlerinin bir tezahürüdür.

     Trajikomik olan şu ki bozuk olanımız dahi toplumun düzelmesini istiyor. Dizilerin yüzde yüzünü, magazinin yüzde binini hayatımızdan çıkartmadıkça ahlak olarak çöküşümüzün farkına dahi varamayacağız ve yıllar sonra bizde olan hazineyi nasıl yitirdiğimizin farkına varıp kafamızı duvarlara vura vura helak olacağız. Benden daha az seveni ve daha fazla tanıyanı olan birinin, sırf tanınıyor diye ''ünlü'' sıfatı altında yaptığı ahlaksızlığı magazin adına pazarlamaya çalıştıklarında hırsımdan ağlayacak gibi oluyorum. Evet az seveni dedim çünkü beni sevenler bir hatada en büyük düşmanım olmazlar...

     Her zaman diyorum ve yılmadan diyeceğim. Kendi evlatlarımızdan başlayarak gelecek nesilleri bir dert, bir dava uğruna yetiştirmek zorundayız. Zorundayız diyorum çünkü her fırsatta değerlerimiz aşağılanıyor ve ne yazık ki neslimiz bunun farkında bile değil. Kusuruma bakmayın dostlar bazı şeylerin idrakine vardığım günden beri yanıyor içim, söndüremiyorum. Bu dertle yaşamak, bu dertle ölmek bile güzel. Kalın sağlıcakla,dertle,davayla :).


     



BİR ŞİİR - 2

                                         


   

           





                                         Analiz eder başlarım adımlarım öncesinde

                                         Balyoz alıp neşter indir kalbin hasret hücresine

                                         Uçurtmalar uçururum gönlün kurak tepesinde

                                         Bir hayalim var ki sorma hayalimin tam içinde


                                         Küflü kalbim bir aşk taşır gelir Diyar-ı Durak'tan

                                         Ben bir esir kıvılcımım seni aşkla yakamam

                                         Hiç harama bulaşmadan ve hiç yalana dolaşmadan

                                         Tepemize nur örmeye gelirdi Yâr Durak'tan


                                         Hayalim bir nur ummana dalar dalar çıkarda

                                         Seni andığım her anda ellerim hep semada

                                         Hasretin de kement atar kıldan ince boynuma

                                         Dizelerimde bağ kalmaz bağım bahçem sen ol da


                                         Kalbe bir zafiyet gibi hiç düşünmez düşersin

                                         Bu gönülden gülüşüme peki ya sen ne dersin?

                                         Kutuplarda buzadam çölde gibi yanarmış

                                         Kalp yanarda buharı gözden suyla çıkarmış


                                        Geçmişimle kavgalıyım derim ben hep pişmanım

                                        Gayba ümit ediyorum sendedir de dermanım

                                        Vazgeçilmez ısrarımla aşkına tiryakiyim

                                        Vurgun yerim mecazlardan ifademde gizliyim


                                        Ben mücevher âmâsı renk cümbüşü gizlerim

                                        Az bulunur ender olanı Padişah'tan isterim

                                        Ahir zaman pisliğinden nazargâhı arındır

                                        Emin ol ki gaybi yârim gönlüm sensiz tam takır


                                       Birden gelip umarsızca kalp ayağa kaltığında

                                       Yüzünde göz izi vardı o yüzüne baktığımda

                                       Pire için yorganları ateşlere vermeliydin

                                       Beyazın bin tonu varsa en pakıyla gelmeliydin

                                                                                                                       11/01/2014