İnsan; evet ben de birçoğu gibi yazıma insan diyerek başlayacağım. Çünkü insan, tek başına varlığın sırrına haiz bir varlıktır. Yalnızca üzerine eğilip düşünülmesi, mütalaa edilmesi neticesinde birçok bilginin ve harikulade şeylerin zuhuratına vakıf olunabilecek bir varlıktır. İnsanı sair hayvanlardan ayırt edici bir hassasının olmasını akıl gerekli görüyor.
Aynı sair hayvanat gibi insan da yiyor, içiyor, uyuyor, yürüyor, çoğalıyor demek ki insanı insan yapan mümeyyiz özellik yemek yeme veya bir şeyler içme değilmiş. Evet, aslında yemek yerken hayvan gibi yememek insanın bir özelliğidir. Ancak asıl mümeyyiz özelliği, insanoğlunda bulunan nutkiyettir. Düşünebilme kabiliyeti. Düşünmek! Ama neyi, nasıl, her düşünen kişi insan olmuş demek midir? Elbette değil. Eğer kişi ulvi olana kafa yorar ve ilmini marifete çevirirse insan olma yolunda adımlar atmış sayılabilir. Fakat yapmış olduğu düşünme işlemi daha çok yemek, daha çok içecek ve daha çok mal mülk üzerine olursa, daha fazla malikiyet isterse; o zaman insan hayvandan daha aşağı bir seviyeye iner. Yani, hayvanata ait özelliklere kafa yorup bunları elde etmeye uğraşan, salt bir materyal zihniyet “esfelü’s-safilin “ve “bel hum edal” ayetlerinde belirtilen vasıflarla yüz yüze gelen kişidir.
İnsanı insan yapan yapıcı ve mümeyyiz özellik aslında salt bir düşünce değildir. Aksine düşündüğü şeydir. Yani insana insan deyişimiz, mutlak varlığı düşünebilme akledebilme ( akledebilme özelliği kuranda kalbe verilmiş bir özelliktir. ) potansiyelidir. Bu potansiyel her kimde bil fiil hayata geçirilirse o kişi insan olma sınırını zorlayabilmiş demektir. Necip fazılın tabiriyle; cemadat, nebat olma sınırını zorlamış ve neticede bazı taşlar ancak bitkinin bazı özelliklerine sahip olmuştur. Bitkiler, hayvanat sınırını zorlamış neticede hurma gibi erkeği dişisinin üstüne binen bir bitki var olmuş. Hayvanat insan sınırını zorlamış ve neticede atlar gibi duygusallaşabilen ve maymunlar gibi insana çok yönden benzeyen hayvanlar var olmuştur. İnsan ise; Allah’ın CC. ahlakıyla ahlaklanma çabası içerisine girmelidir. Ve bu çabaya giren birçok insan gerçek insan olma sadedine ermiş hatta Allah’ın CC. ahlakıyla ahlaklanmıştır. Allah’ın bazı sıfatlarıyla vasıflanmış bir kişi haline gelmiştir.( ALLAH’a has vasıflar değil.). Allah’ın ahlakıyla ahlaklanan kişi hakiki halifedir. Eşya üzerine bazı muallak tasarrufa sahip olabilir. Aslında her insan eşya üzerine muallak bir tasarrufa sahiptir zaten. Benim demek istediğim aklın sınırını zorlayacak harikulakıl olaylara güç yetirebilir bir hal almadır. Mevzu elbette bu değildir. Lakin bu da doğru şeyi düşünebilmenin bir semeresidir.
Ahlaklanma yolunun en başı bilmeyle başlar. Bilme işi de bir üstadın dudaklarından dökülen incileri elde etmekle hâsıl olabilir.
Bilgi! Bilgi nedir? Bu soru bizden önceki hemen hemen her asırda sorulmuş ve tartışmalara, ötekileştirilmelere yol açmış bir sorudur. İmam maturidi gibi birçok kelam âlimi, filozof ve sair ilim erbapları bilginin yolları hakkında görüşlerini ortaya koymuşlardır. Elbette zahiri sınırlar içerisinde manaya önem veren mutasavvıflar da bilgi hakkında kendi öneri ve yorumlarını sunmuşlardır.
Özellikle manevi ve zahiri ilimlerin en çok çakıştıkları bir konu haline gelen bilgiyi İmam Gazali hazretleri çok güzel özetlemiştir. Kelamcıların doyurucu olmayan delillerini yetersiz görmüş ve bilginin “üçün ondan büyük olduğunu bilmek kadar yakini olması gerektiğini” savunmuştur. Duyu organlarımızla hissettiğimiz mahsusatın yanıltıcı olabileceğini, yıldızlara gözün vermiş olduğu hükmü aklın inkâr etmesiyle ispat etmiştir. Çünkü akıl, gözün nokta kadar olduğuna hükmettiği yıldızların yaşadığımız gezegenden daha büyük bir cisim olduğunu bizlere öğretmiştir. Hatta bu bilgi şek götürmez (yakinî) bir hal almıştır.
Aklın vermiş olduğu bazı hükümlerde tutarsız olma ihtimali vardır. Çünkü akıl sadece zahiri varlıkları anlayabilir bir potansiyele sahiptir. İnsanlık tarihinin başından beri harikulade olan olaylar aklı dumura uğratmıştır. Ve şimdiki zamanımızda da aklın metafiziksel konulardaki tutarsızlığını bizlere gösteren nebevi bir haslet canlıların tamamında mevcuttur. Ancak kimse bu konular üzerinde durup düşünmeye meyletmez. İmam Gazzali (k.s.) bu nebevi hasletin rüya olduğunu söylemiş ve aklın normalde rüyadayken görme koklama ve tatma gibi duyuların işlevsizliğine hükmettiğini belirtmiştir. Çünkü fonksiyonu iptal olmuş bir vücutta hissetme işlevinin de olmaması gerektiğini akıl iddia eder. Ancak rüya bunun aksini bizlere yaşatır. İmam Gazzali (k.s.) buna ve bu gibi nebevi hasletlere dayanarak mana âlemine dair aklen yapılan yorumların tutarsızlığını ve şek götürür olduğunu savunmuştur.
Peki, varlık hususunda gerçek bilgiyi, şek götürmez bilgiyi hangi yolla elde edebiliriz? Buna da imam gazzali cevap vermiş ve bildiğimiz aklın üstünde başka bir aklın varlığından söz etmiştir. Yani kalbin aklı, klasik tasavvuf kitaplarında ki ifadesiyle kalp gözü. ALLAH c.c. da akledebilme özelliğini kuranın her yerinde kalbe vermiştir. İbnu’l Arabi gibi birçok mutasavvıfta kalp aklıyla varlığın gerçek mi yoksa hayal mi olduğuna dair yorumlar yapmışlardır. İmam rabbani hazretleri de varlık hakkında farklı yorumlar yapmış ve vahdeti vücut anlayışını aşılması gereken bir mertebe olarak tanımlamıştır. Yani olmak için vahdeti vücudu geçmek gerekir. Vahdeti şuhudu aşmak gerekir ve en sonunda “abdiyyet” makamına erişmek gerekir.” Abdiyyet” kulluk makamı. ALLAH ile eşyayı bir birinden ayırt edebilme. Velhasıl bilme yolculuğu tezkiyeyle bulmaya ve bulma yolculuğu da daha fazla gayret ve taleple olamaya götürür. Bu yolların usulünü de tasavvuf kitapları gerektiği şekilde beyan etmiştir.
İnsan olmak, ölmeden önce ölmek, gerçek varlığı anlamak, var ile yokun arasındaki ilişkiyi anlayabilmek, bu ancak tatmakla mümkün olabilir.